10 Ağustos 2011 Çarşamba


MÜNKİR MÜNAFIK’IN SOYU, MÜNAFIK ATEİST’İN HUYU

ALINTI

Münkir: İnkar eden, Tanrının varlığını tanımayan, Ehlibeyt erkanını tanimiyan yani iman etmeyen, Alevi olmayan.

Müminler cikinca Hak divanına,
Münkir olanlarda hal nice oldu

(Pir Sultan Abdal)

Münafık: Bozguncu, iki yüzlü, inanmayan, inanmadığı halde inanmış görünen, Alevi olmayan.

Mümin olan Hakka tapar,
Münafıklar yoldan sapar.

(Pir Sultan Abdal)

Ateist: Allah’ın varlığına inanmayan, yani iman etmeyen, Alevi olmayan.

Muhammed Ali’nin güzel yolları,
simdi turlu türlü yol eylediler

(Pir Sultan Abdal)

İlginç bir durum….hele diyeceksin ki niye?..... Geçenlerde Ateistín biri Ceme girmiş Dede’ye de çok yakın oturuyordu nerdeyse Muhammed Ali’nin postuna kendisi oturacaktı ve okadır iştahlı dizlerine vuruyordu ki “Allah Allah deyu” görünüşte sanki semaha kalkıp göğe uçacaktı.

Şüphemiz yok Hak Muhammed Ali’dir, bilmeyene mülcem soyu dediler

(Pir Sultan Abdal)

İlginç olanda burada zaten, sen Münkir’sin veya Münafık’sın dediğim zaman hemen kızarlar karşı çıkarlar, ne diyorsun ya sensin Münkir diye karşılık verirler. Sen Ateistsin dediğim zaman normal karşılıyorlar. Üstelik bunlar genel anlamda ne kadar Alevi ailenin çocukları olsalarda yaşam boyunca sol örgütlerin içinde büyümüşlerdir “örneğin örgüt lideri” onlara belirli kişiliği vermiştir ve eski huylarından halen vaz geçmemişlerdir, dik kafalı hüküm verircesine yorumlar.

Muhammed Ali’nin güzel yolları, yola yana yana gider kalmadı

(Pir Sultan Abdal)

Bir örnek daha; Pir Sultan Abdal, Muhammed dinidir benim dinim diyor, buna karsı “Örgüt’çüler” Pir Sultan Abdalın Rozetini kullanarak Aleviliğin İslam dışı olduğunu savunuyorlar. Burada örgüt mü yoksa Pir Sultan Abdal’ım Tahkiye yapıyor? Yorum sizin….

Her kişi kendine sürek sürüyor, rehberin buyruğunu tutmuyor talip

(Pir Sultan Abdal)

Bu Pir Sultan Abdal’ın savunduğu canini başını koyduğu Islamı değerlerini çıkarırsak ne kalır biliyor musunuz; Tek şey kalır arkadaşlar ‘örgütçülere’ yem olacak özünü aslını yitirmiş Edep’ten Erkandan uzak bir toplum kalır.

Mümin olan yola yarar Münafık Dergahta n’arar

(Pir Sultan Abdal)

Herkes istediği gibi olabilir; Ateist, Zerdüşt, Saman veya Alevi olabilirsin bu bireyin kendi seçeneği ne istersen öyle ol kimse bir şey demez ama Ateist olup ta ceme girersen ilginç bir duruma düşersin. Hem ateist’sin yani inanmadığın halde inanmış görünürsün bunun karşılığı da Münafık’lıktır. Yani bir Ateist ceme girerse Münafık’lık ve Münkir’lik pozisyonuna düşer.

Ya göründüğün gibi ol yanda olduğun gibi görün ki seni erden saysınlar…

İki yüzlü, iki dilli olanlar
İki pirli, iki yollu olanlar
Anlar dahi kelptir lanet alanlar
Pire doğru gelen kul bana Yeter

(Pir Sultan Abdal)

Ateistin Musahibi olurmu…

Hayır olamaz. İmam Cafer Sadık buyruğu söyle söylüyor; Muhammed Mustafa kendi eliyle kuşağını açtı. Şahı Merdan Aliyel Murtazayı bağrına bastı. İkisi bir gömlekten baş gösterdiler. Başı iki gövdeyi bir gördüler. Hazreti Resul Ali hakkında su hadisi okudu “Lahmike lahmi, demmike demmi, ruhike ruhi, cismike cismi” eti etim, kani kanım, ruhu ruhum, cismi cismim.

Pir Sultan’ım Haydar öz çürük oldu murdarla musahip bir yere geldi

(Pir Sultan Abdal)

Yani yine ayni duruma düşüyor eğer ki bir ateist Musahip tutarsa münafık’lık ve münkir’lik pozisyonuna düşer. Bir taraftan İman etmiyorsun inanmıyorsun veya Aleviliği İslam dışı görüyorsun diğer taraf tan’da Muhammed Ali’nin davasını kendi davan olarak kabul ediyorsun yani inanmış gibi görünüyor sun ki buda Münafıklıktır.

Mürebbiye Ali gerek
Dört kapıda eli gerek
Musahibin hali gerek
Zira Ali Muhammed’dir

(Pir Sultan Abdal)

Bunları bu şekilde yorumlarken gördüğünüz gibi devamlı Pir Sultan Abdal’dan örnekler verdimdi bazı konular daha iyi açıklansın diye ve Musahiplik hakkındaki örnekide referans olarak İmam Cafer Sadık buyruğunu gösterdim. Hal böyle’yken simdi “Örgüt liderinin” ve onun yandaşları olan “yoldaşlarının” bindikleri kara trenin nereye gittiğini daha da iyi anlayacaksınız. bu tür açıklamalarını yani; Alisiz Alevilik, arayın tarayın Aleviliğin içerisinde İslam bulamasınız, ulu ozanlarımızı tahkiyeci olarak göstermelerini simdi daha da iyi anlayacaksınız. Bu tur düşünceler ta ezelden varımş’ki Pir Sultan Abdal bu tur şahıslar için bu tur nefesleri yazmış ve tespitler yapmış. Herkes kendisine sürek sürüyor rehberin buyruğunu tutmuyor talip…..İlginç hal böyle iken neyin birliğini savunuyorsunuz… Kırklar ceminde Kırkların Hazreti Muhammed’e verdiği cevabi verebilirsen birliği savunabilirsin; Bizim ulumuz küçüğümüz kırktır.

İnkar edenden kaçalım münkir bir gün paralanır

(Pir Sultan Abdal)

Bunların siyasi görüşleri tamamen dün dündür bugün bugündür görüsü içerisinde olduğu için İkrar veremeyeceklerinden bu tür açıklama yapma zorunlulukları var, ama 1400 yıldır Alevi toplumu Münkirlere lanet okuduklarından haberleri olmadan.

Derviş Muhammed’in hatemi nurdan onu bilen bu cihanı fark eder

(Pir Sultan Abdal)

Bizim inancımız 1400 yıldır yaşanılıyor ta Miraç’tan kırklardan Oniki İmamlarla bugüne kadar devam etti nicelerini gördük bize bu güzel inancımızı öğretiler. Daha dun kurulan Örgütçülük bugün ne yaptığını bilmiyor ve günden güne değişen sözleri özleri bundan sonra nereye gideçegide belli değil.

Muhammed kılavuz mahşer yerinde Islamın sancağını çeken Ali’dir

(Pir Sultan Abdal)

Bizi diğerlerinden ayrı kılan o güzel inancımızı nasıl yaşatabileceğimizi iyi bilmemiz lazım. Yani bizi biz yapan o Muhammed Ali yolunu, Hallaç’ın bilgisini, Yunusun sevgisini, Pir Sultan Abdal’ın İnancını, Dadaloğlunun kavgasını, Karacaoğlanın aşkını yaşatabilmemiz lazım. Yoksa diğer formülleri çok denedik ama tutmuyor ve şu anda zaten ‘’örgüt’’ belirli cabalar içinde boğuşuyor. Genelde ayni insanlar bazı şeyleri hor görüyorlar örnek vermek gerekirse İslam dişi savunucuları bayram kutlamaz dede tanımaz edep erkan bilmez ve Aleviyim demekten de geri kalmazlar. Bu kafalar önce sosyalsizimi savunan insanlardı ve girdikleri sol örgütleri bin parçaya böldüler bu bölücü tutumları onların karakter’leri oldu artık, ve sosyalizimin Berlin duvarı ile birlikte yıkıldı. Simdi sözde Aleviliğe geri dönmeye başladılar ama bu bölücü karakterlerini Alevi örgütlenmesinde sürdürmeye devam ettiriyorlar.

Simdi lütfen sadece Pir Sultan Abdal’ın Şiir’lerini okuyun ve okuduktan sonra Aklınızdaki yapacağınız Alevilik tanımı kesinlikle doğru tanım olacaktır.

Hu diyelim gerçeklerin demine
Gerçeklerin demi nurdan sayılır
Oniki imamın katarına düzülen
Muhammed Ali’ye yardan sayılır

(Pir Sultan Abdal)

Kaynak:aleviformlari.com
Kasım 2005 tarihli İktibas dergisinde Kandil gecelerinin uyduruk olduğu iddia edildi.

Kandil geceleri kutsal değil mi

Müslümanların Allah’a yakarış ve af dileme fırsatı buldukları kandil gecelerinin varlığı tartışma konusu oldu. Hz. Muhammed döneminde uygulanmayan, 13. yüzyıldan itibaren mistik çevrelerce kutlanmaya başlanan kandilleri, İslami camiada bir grup “kutsal” kabul ederken, bir başka grup “olmayan kandiller”in kutlandığını savundu.

Osmanlı Padişahı II. Selim (1566-1574) döneminde minarelerde kandil yakıldığı için ’kandil’ adını alan kutsal geceler, geçtiğimiz günlerde Milli Gazete yazarlarından Mahmut Celal Özmen’in bir girişimiyle İslami dünyada tartışılmaya başlandı. Özmen, 2005’te Erhan Aktaş’ın aylık İktibas Dergisi’nde yayınlanan “Hayırlı Gecelerin Şerri Kandiller” başlıklı yazısını “Olmayan Kandilleri Kutlamak” başlığıyla İslami kesimin üyelerinden oluşan bir mail grubunda tartışmaya açtı. Özmen’in girişimine İslami yazarlardan sert tepki geldi.

BEŞ UYDURUK GECE

Erhan Aktaş'ın tartışmaya neden olan yazısında “Kuran’ın önermediği, peygamberimizin hayatında yer vermediği ve sahabe döneminden çok sonraki dönemlerde ihdas edildiği anlaşılan beş adet uyduruk gecemiz var” diyor. İslami kesimin büyük bölümünü kızdıran yazıda şunlar yer alıyor: “Bu türden gün ve gecelerin kutlanmasından ve kutlanma şeklinden Kuran’da bir tek kelime bile söz edilmemektedir. Keza Allah, resulü ve sahabesinin hayatında da kutladıkları kutsal gün ve gece bulunmamaktadır . Buna rağmen daha sonraki dönemlerde Müslümanların inancında ve hayatında bu kadar önemli yer alması, cahiliyenin yeniden İslam’a sızmış olduğunu ortaya koymaktadır. Müslümanların İslam’dan uzaklaşmış olmalarının temel nedenlerinden biri de bu tür uyduruk gün ve gecelerdir.”

Kuran’ın başta Kadir Gecesi olmak üzere ramazan ayı, cuma günü, Kábe, Arafat, Mescid-i Haram gibi birçok gün ve mekandan söz etmesinin bunların öneminden kaynaklanmadığı nı savunan Erhan Aktaş, önemli olanın bu gün ve mekanlardaki ibadet olduğunu söylüyor. Kadir Gecesi’nin değil, Kuran’ın o gün inmiş olmasının, cuma gününün değil cuma namazının önemli olduğunu anlatıyor. Erhan Aktaş, sadece belli gün ve gecelerde ibadeti, Allah’ın da peygamberin de kabul etmeyeceğini söylüyor.

Erhan Aktaş, iddialarını şu sözlerle sürdürüyor: “Bizdeki kutsal yer, gün ve geceleri uyduranlar, insanları inandırmak için yalanlarını peygamber efendimize söyletmişlerdir . Bu konudaki hadislerin tamamı uydurmadır. Bu hadislerin kimine göre Kadir Gecesi ramazanın ilk gecesi, kimine göre son on gecesinin tekli olanları, kimisine göre yirmi yedinci gecesidir. Bir hadiste de Allah’ın bu geceyi önce bildirdiğini, sonra da unutturduğu söylenmektedir. O gece ibadetle geçirenin bütün günahlarının affedileceği, annesinden yeni doğmuş çocuk gibi günahsız hale geleceği ifade edilmektedir. Böyle bir anlayışı Kuran yüzlerce ayette yalanlamaktadır .”

TORPİLLİ KUL YOK

Milli Gazete yazarı Mahmut Celal Özmen, mail grubunda yapılan tartışmada Erhan Aktaş’a “Müslüman olan herkesin dini öğrenme şansı vardır. Allah’ın torpilli kulları yoktur. İnsanlar dinlerini araştırıp öğrenebilirler. İlla isimlerinin önünde veya arkasında unvanlar olması gerekmiyor. İtiraz edenler dinin temsilcileri, ruhanileri değiller” diyerek destek oldu.

KANDİLLER

Mevlit Kandili: Hz. Muhammet’in doğum günü (571)
Regaip Kandili: Hz. Muhammet’in ana rahmine düştüğü gün
Miraç Kandili: Hz. Muhammet’in göğe yükseldiği gece
Berat Kandili: Kuran’ın dünyaya indirildiği gece
Kadir Gecesi: Kuran’ın Hz. Muhammet’e indirilmeye başladığı geceİman eden insanın inanışına tecavüz
Nihat NASIR (Gerçek Hayat): Yeter artık! Mahmut Celal Özmen, delilleri olan, iman eden insanların inanış biçimlerine tecavüzden vazgeçsin. En azından ayıptır. Modernist mahrumlara hakikatlerden nasipdar olmayı niyaz ediyorum.Gecelerin kutsallığı hakkında şüphe olamaz.

AKİF DURSUN (İlk Adım): İslam ümmetinin yüzyıllarca uyguladığı husus, bir kalemde “Biz Kuran’da bulamadık” diye silinemez. Bu gecelerin mübarekliği, kutsallığı hakkında şüphe olamaz. O gece mübarek olduğu için mi vahiy o gecede gelmiştir, yoksa vahyin inmesi o geceye tesadüf ettiği için mi gece mübarek olmuştur bizim bilgimiz dışındadır.İslam dünyasında cehalet diz boyu

BAYRAM KÜÇÜK (Gerçek Hayat): Kuran’da, kutlanmakta olan kandillerle ilgili İsrá (miraç) ve Kadir geçmekte, yani sadece iki geceden bahsetmekte. Tabii bu diğer gecelerin kutlanmayacağı anlamına gelmez, diğer geceler kültürel bir aktivite olarak düşünülebilir. İslam dünyası gezilmeli ve iyi gözlemlenmeli, hurafe cehalet dizboyu. Temel kaynaktan uzaklaştıkça sapma açısı da zamanla artıyor.
Kandiller, birbirimizi sevmemiz için fırsattır

NİHAT HATİPOĞLU (Hürriyet): Kadir gecesi hakkında Kuran, bin aydan daha hayırlı olduğunu söyler. Mevlit, Berat gibi kandillerle ilgili ayet yok. Olması da gerekmiyor. Kuran bir temel atar, onun üzerine ya Hz. Peygamber ya da daha sonraki Müslümanlar bir şeyler bina ederler. Kandiller birbirimizi sevmemiz için fırsattır.
Bir araya gelmemize vesiledir, bari bunlara bulaşmayın.

Tartışmayı başlatan yazı:

Hayırlı Gecelerin Şerri Kandiller

Erhan AktaşKur’an’ın önermediği, peygamberimiz (sav)’in hayatında yer vermediği ve sahabe döneminden çok sonraki dönemlerde ihdas edildiği anlaşılan beş adet “uyduruk” gecemiz(!) var. “kandil geceleri” adı altında kutsanan ve kutlanan bu “mübarek”( !) geceler şunlardır: Rebiyülevvel ayının on ikinci günü “mevlid kandili”; Recep ayının ilk cuması “regaib kandili”; Receb’in yirmi yedinci günü “mirac kandili”; Şaban ayının on beşinci günü “berat kandili” ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi “kadir kandili”.Mevlid kandili: peygamber efendimizin, miladi 571 yılında, hicri aylardan Rebiyülevvel ayının on ikinci gecesinde doğmuş olmasına atfen icad edilmiş bir gecedir. Regaip kandili: Regaip, elde edilmesi arzu edilen değerler anlamına gelmektedir. Allah’ın kullarına bol bol rahmet ve bağışta bulunduğuna inanılan gece olarak Recep ayının ilk perşembesini cuma gününe bağlayan gece olarak icad edilmiştir. Miraç kandili: Recep ayının yirmi yedinci gecesinde peygamber efendimizin göğe yükselerek Allah’la buluşmasına(!) atfen icat edilmiştir; Berat kandili: Şaban ayının on beşinci gecesi kutlanan günahlardan, borçlardan ve her türlü cezadan kurtulma anlamına gelmektedir. Kadir kandili: Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi olarak kutlanan Kur’an’ın indirildiği geceye atfen icat edilmiştir.Din adına uydurulan bu türden kutsal gece ve günlerin, İslam aleminde büyük bir kabul görmüş olması ve müslümanların müslümanlığına, dolayısı ile İslam’a büyük yarar sağladığı konusundaki ittifak; din adına uydurulmuş şeylerin, gerçek dinin yerini nasıl almış olduğunun açık bir göstergesidir. Bu türden gün ve gecelerin kutlanmasından ve kutlanma şeklinden Kur’an’da bir tek kelime bile söz edilmemektedir. Keza, Allah rasulü ve sahabesinin hayatında da kutladıkları kutsal gün ve gece bulunmamaktadır . Buna rağmen daha sonraki dönemlerde müslümanların inancında ve hayatında bu kadar önemli yer alması, “cahiliyen in” yeniden İslam’a sızmış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kuşatılmışlık öylesine baskın bir durumdadır ki: bunların bidat ve hurafe olduğuna inanan bir çok kimse dahi halkın levminden korktuğu ve itibar kaybetmemek için susmayı tercih etmektedir.Ciltler dolusu kitaplarla bu türden gün ve gecelerin önemi anlatılmış olunsa da, yararları (!) saymakla bitirilemese de, eşi ve benzeri olmayan kutsal şeyler olarak görülseler de aslında bunların cahili düşüncenin uydurması olduğunu Kur’an’la akleden herkes anlamaktadır. Birazcık olsun gerçeği idrak etmiş olanlar şu gerçeği görmektedirler: müslümanların İslam’dan uzaklaşılmış olmalarının temel nedenlerinden biri de bu tür uyduruk gün ve gecelerdir. Zira, bunlar ve benzerleri uyduruk şeylerle İslam’ın içi boşaltılmıştır. İslam’ın hayata hakim olmasının, hayatın tamamını kapsamasının önüne geçilmiş; müslümanların Kur’an’la bağlantıları kesilmiştir. Farkında olunsun veya olunmasın, hangi niyetle yapılmış olunursa olunsun bu tür bir anlayış sonuç olarak Kur’an’dan uzaklaşma, onu terk etmeye neden olmuştur. Bu aslında küfre rucu etmenin değişik bir versiyonudur. Kur’an’ın hakimiyet alanın daraltılmasıdır . Diğer bir deyimle dinin ruhbanlaştırılm asına geçiş sağlamada önemli bir kırılma noktasıdır.Kur’an’da süreklilik esastır. Kur’an zamanın ve hayatın tamamına hiçbir boşluk bırakmaksızın hakim olmak istemektedir. Zamanın ve mekanın tamamı Allah’ındır. Allah’ın yanında üstün zaman ve mekan yoktur. Hiçbir gün ve zaman bir başka gün ve zamandan üstün değildir. Günah ve sevap, hayır ve şer işlendiği zamana ve güne göre artıp eksilmez. Artma ve eksilme amele göre belirlenmektedi r. Hangi zaman diliminde veya günde yapılmış olunursa olunsun o zamanın ve günün yapılan şeyin değerini arttırma ve eksiltme gibi bir özelliği yoktur. Haram olan bir şeyi yapan kimse bunu ne gün ve zamanda yaparsa yapsın haramlığın derecesine etkisi olmaz. Veya sevap olan bir şeyi yapan bir kimse bunu ne zaman ve gün yapmışsa yapsın, zaman ve gün o sevabın derecesini etkilemez.Ne var ki gereğince akletmeyenler araçla amacı birbirine karıştırdığı için bu gerçeği kavrayamamaktad ırlar. Elbetteki Kur’an, başta kadir gecesi olmak üzere Ramazan ayı, cuma günü, Kâbe, Arafat, Mescid-i Haram gibi birçok gün ve mekandan söz etmektedir. Ancak, Kur’an’ın bunlardan söz etmiş olması bizatihi o gün ve mekanların bir önemleri olmasından değildir. O günleri ve mekanları önemli kılan şey onlarda yapılması istenen ibadetlerdir. Yani kutsal olan, bizatihi Ramazan ayının kendisi değil, o ayda oruç tutulmasıdır. Kutsal olan kadir gecesinin kendisi değil, Kur’an’ın o gecede indirilmiş olmasıdır; önemli olan cuma gününün kendisi değil, cum’a namazıdır. Bu gün ve mekanların önemli oluşlarının nedeni bu gün ve mekanların kendileri değil, onlarda yapılan ibadetlerdir. Yoksa bütün yeryüzü ve bütün zamanlar Allah’ındır. Örneğin oruç Ramazanda değil de Muharrem ayında olsaydı o zaman Muharrem ayı önemli olacaktı. Demek ki önemli olan ayın kendisi değil oruçtur. Diğer bir deyimle oruç Ramazan ayı için değil Ramazan ayı oruç için vardır. Cuma namazı cuma günü için istenmemiş, cuma günü cuma namazı için seçilmiştir. Eğer cuma gününde cuma namazı olmasaydı, cumanın gün olarak diğer günlerden bir farkı olmayacaktı. Eğer oruç olmasaydı Ramazan’ın diğer aylardan bir farkı olmayacaktı. Eğer Kur’an kendisinde indirilmeseydi kadir gecesinin diğer gecelerden bir farkı olmayacaktı.Şu husus çok önemlidir: Kur’an bizden devamlı müslüman olmayı mı yoksa belli gün ve gecelerde müslüman olmayı mı istiyor. Cennetin bedeli “devamlı müslümanlık” mıdır yoksa belli gün ve gecelerle yetinen müslümanlık mıdır? devamlı müslüman olmak mı daha doğrudur yoksa belli gün ve gecelerde müslüman olmak mı?.Kur’an bizden, İslamı, hayatın ve zamanın tamamına hakim kılmamızı istemektedir. Kur’an, müslümanın, müslümanlığının sürekli olmasını istemektedir. Kur’an, müslüman’ı İslam’ın tamamından sorumlu tutmaktadır. Sadece belli gün ve gecelerde ve belli ibadetlerle sınırlı bir islam anlayışı Kur’an da yoktur. Yalnızca belli gün ve gecelerde ve belli ibadetler ne Allah’ın, ne de peygamber(sav)’ in kabul edebileceği tarz bir müslümanlık değildir. Allah ve rasulü müslümanları hayatın tamamında, İslam’ın tamamından sorumlu tutmaktadır. Müslümanlık yalnızca belli gün ve gecelerde yapılan şeylerden ibaret değildir. O hayatın tamamını kuşatmıştır. Ona inancı ve saygısı olan, onun belli bir kısmıyla yetinmez. Haftada bir gün namazla, belli gecelerde sabaha kadar ibadetle, bir ay oruç tutmakla müslüman olunmayacağını bilir. Kur’an, kendisine iman eden ve tâbî olanlardan, hükümlerinin tamamına uymasını istemektedir. Yalansız bir hayat, hilesiz bir ticaret, malıyla ve canıyla Allah yolunda cihat, Allah’ın verdiği nimetlerden infak, İslam’ın hayata hakim kılınması için mücadele, cömertlik, muhtaçlara yardıma koşma , dürüst olma kısacası insana ve hayata dair her konuda Kur’an’a tabi olmaktır müslümanlık. Kurtuluş Kur’an’ın tamamına tabi olmaktadır. Onun gösterdiği yoldan gitmektedir.Yaşadığımız hayatta Kur’an’ın tanımladığı bir İslam yoksa, müslümanlar Kur’an’ın öngördüğü müslümanlar değillerse, bunda “araçla” “amacı” birbirine karıştıran çarpık düşüncenin çok büyük payı vardır. Güya masumiyet ve güzellik adına, güya iyilik ve hoşgörü adına İslam’ı zamana ve mekana göre bir din haline getirenler içinde bulunduğumuz durumun müsebbibleridir . Bu çarpık zihniyetin ürettiği anlayışta aslında İslam’ın hayatın tamamına hakim olma talebi pasifize edilmektedir. Bu çarpıklığın, yalnız Kur’an’la bağını koparmış, cahili düşüncenin rotasına girmiş olanlarda değil, ömrünün büyük bir kısmını Kur’an’la geçirmiş olanlarda da bulunması anlaşılır gibi değil. 2 Kasım 2005 tarihli zaman gazetesindeki köşesinde Ali Bulaç bu çarpık düşünceyi şu şekilde sergilemektedir . “Allah bize zaman zaman kurtuluş(felah) fırsatları vermektedir: Ramazan ayı, cuma günü, kadir gecesi, Mescid-i Haram (Ka’abe’nin tavafı, Arafat, Müzdelife, Mina ve diğer iki mescidin (Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa) bereketine iştirak etmek, bu kurtuluşun imkanlarıdır.” Bu tespit ilk bakışta masum görülse de zihniyet olarak Kur’an’ı bir bütünlükten uzak, indirgemeci bir anlayışı ortaya koymaktadır.Aslında bütün inanç ve düşüncelerde kutsal gün ve geceler var. Bizdeki kutsal yer, gün ve geceleri uyduranlar, insanları inandırmak için yalanlarını peygamber efendimize söyletmişlerdir . Bu konudaki hadislerin tamamı uydurmadır. Zira Allah’ın rasulü Kur’an’a ters bir söz söylemez. Zaten hadis kritiği yapanlar da bu hadisleri sahih bulmamaktadırla r. Birazcık aklı olan bu hadislerin uydurma olduklarını hemen anlar. Örneğin kadir gecesi ile ilgili hadislere bakıldığında hadislerin birbirleriyle çeliştikleri, kendi içlerinde de tutarsız oldukları açıkça görülmektedir. Kadir gecesinin zamanı ile ilgili Kütüb-i Sitte’de bir çok hadis var: bu hadislerin kimine göre kadir gecesi Ramaza’nın ilk gecesi, kimine göre son on gecesinin tekli olanlarında, kimisine göre yirmi yedinci gecesi, kimisine göre tamamının her hangi bir gününde, kimisine göre on beşinci gecesindedir. şimdi bunların hangisi doğru. Peygamber (sav)’in her seferinde farklı tarih vermesi mümkün mü? Bir hadiste de Allah’ın bu geceyi önce bildirdiğini sonra da unutturduğu söylenmektedir. Güya bilinmesin ki müslümanlar bütün bir ay boyunca ibadet etsinlermiş. Biraz düşünecek olursak kadir gecesinin peygamberimiz tarafından çok net bir şekilde bilinmesi gerekir. Zira Kur’an o gecenin Ramazan ayında vahyin ilk indiği gece olduğunu söylüyor. (Bakara -185) peygamber efendimiz kendisine vahyin hangi gece geldiğini nasıl bilmez.Kadir gecesi ile ilgili hadislere içerik olarak bakıldığında da uydurma oldukları açıkça belli olmaktadır. O gece ibadetle geçirenin bütün günahlarının af edileceği, annesinden yeni doğmuş çocuk gibi günahsız hale geleceği ifade edilmektedir. Böyle bir anlayışı Kur’an yüzlerce ayette yalanlamaktadır . Günah ve sevapla ilgili, amellerle ilgili ayetlere bakıldığında hayra ve şerre zerre kadar da olsa kim ne yapmışsa karşılığını görecektir. Ayrıca kadir gecesinden bir gün önce ölene, kadir gecesinden bir gün sonra günahları tamamen sıfırlanmış olarak ölene göre haksızlık yapılmış olmaz mı? Keza geçmiş toplumların kadir geceleri yoktu. Onların günahlarını sıfırlama şansları da yoktu. Allah’ın kulları arasında böyle bir ayırım yapması mümkün mü?Kadir gecesinin gece olarak diğer gecelerden bir farkı yoktur. Onu kutsal kılan, onu şerefli ve mübarek yapan o gecede vahyin gelmiş olmasıdır. Onun bin aydan daha hayırlı olduğunun söylenmesi Kur’an’ın önemini vurgulamak içindir. Vahyin inmesi o kadar değerlidir ki inmeye başladığı geceye diğer gecelere göre bin aydan daha fazla değer katmıştır. Değer, gecenin kendisinde değil vahiy’dedir.Kadir gecesi her yıl tekrar eden bir gece de değildir. Bütün zaman içinde bir kez olan bir gecedir. O da Kur’an’ın ilk kez vahyedilmeye başladığı gecedir. Bir başlangıçtır. Kaldı ki Ramazan ayı her yıl on gün ileri geldiğinden kadir gecesi ilk Ramazanda gelmiş olsa da Ramazan’la birlikte o da öne alınan bir tarih olamaz. Ancak otuz üç yılda bir aynı Ramazan’a denk gelebilir.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Türk Silahlı Kuvvetleri Tasfiye Ediliyor!

Türk Silahlı Kuvvetleri Tasfiye Ediliyor!

3 Ağustos 2011


Bu Durum Muhalefetin Acizliğidir!

(Dün gece Ulusal Kanal’da, Sabahattin Önkibar ile konuğu Ufuk Söylemez gündemi değerlendirdiler. Her iki yurtsever- millîyetçi yazarın konuşmasından herkesin duyması gereken çok önemli bölümleri yazıya geçirdik.)

Sabahattin Önkibar:

Van Başkale’de üç askerimiz toprağa düştü. Seçimden sonr a otuzu aştı şehit sayımız.
Tulûat (çadır) tiyatrosu yaşanıyor.

YAŞ fotoğrafı, hicap fotoğrafı…Türk Silahlı Kuvvetleri, ordu, güvendiğimiz olmazsa olmaz ordumuz çok fazla general eksiğiyle toplanıyor.

Tayyip Erdoğan YAŞ’ın şeklen ve fiilîyâtta tek hakimi gibi masa başına oturdu.
Biz, Silahlı Kuvvetlerimizi yeri geldiğinde eleştirdik, bu sözlerimi onun avukatlığı şeklinde yorumlamayın!

Işık Koşaner’in istifası destansı bir tavırdır. Onu alkışlıyoruz.

İnançları ilkeleri doğrultusunda, Türk Silahlı Kuvvetlerini korumak adına bunu yapmıştır. Kendinden öncekilerin yapamadıklarını…

Ben,önceki generallerden Hilmi Özkök’ün TSK’nın çökertilmesinde rol aldığını düşünüyorum.
Işık Koşaner ne yaptı?

Işık Koşaner’in yaptığı bir çığlıktır!

Dilerim bu çığlık duyulur.

Bu sıradan basit bir olay değildir!

Türk kamuoyuna, yetmiş üç milyona çığlığını atmıştır!

Türk Silahlı Kuvvetleri tasfiye ediliyor!

Federasyona karşı çıkanlar, bölünmeye karşı çıkanlar, Atatürkçü subaylar tasviye ediliyor! Atlantikçiler bırakılıyor. Ama merak etmeyin Amerikancılar, mandacılar çok çok azdır…
Türkiye imparatorluk bâkiyesi bir ülke. Padişahtan sonr a ordu belirleyiciydi…

Cumhuriyetten sonra da aynı…

Cumhuriyeti kuran ordudur!

Eğer Mustafa Kemal olmasaydı, Türk Silahlı Kuvvetleri şanlı mensupları olmasaydı Amerikan mandası olurdu Türkiye. Camilerinde ezan olmazdı.

Demokrasi bir ambalajdır, AKP ile beraber. Örtü olarak kullanılmaktadır.

Işık Koşaner Paşa’nın, Eşref Uğur Yiğit Paşa’nın istifaları sonrası dedikleri çok önemlidir.

Açıklamalarının satır aralarını okuyun!
Tarihe bir dipnottur!

( İzlencenin bu bölümünde komutanlarımızın veda konuşmaları yazılı ve sözlü olarak gösterildi. )
Orgeneral Işık Koşaner ve Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in Veda Konuşmaları
Işık Koşaner’in konuşması:

“Değerli silah arkadaşlarım”

”Şu anda 173‘ü muvazzaf, 77‘si emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, bir çok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir. Bu durum, bir çok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır. Haklarında henüz hiç bir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura‘da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.

Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK‘nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır.

Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkanını ortadan kaldırmıştır. Şartlar ne olursa olsun TSK‘nın kahraman mensuplarının kutsal görevlerinde bundan önce olduğu gibi bundan sonra da üstün disiplin, cesaret ve fedakarlıkla başarıya ulaşacaklarına olan kesin inancımı bir kez daha güvenle ifade ederken, TSK‘nın tüm mensuplarına sağlık ve esenlikler dilerim”

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in “Son Emir”li vedası şu sözlerle bitiyor:
Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde, Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkarak var gücünüzle çalışmanızı, son bir kez emrediyorum.”

Yiğit’in veda yazısından önemli cümleler:

Silah arkadaşlarına: “Kuvvetli dalgalara ve fırtınalara karşı durmayı öğrendik.”

Deniz kuvvetlerinin devletin stratejik menfaatlerine katkıları nedeniyle sürekli hedef alınarak yıpratıldığını belirttikten sonra:“Bu bir tesadüf değil.”

Tutuklu askeri personelle ilgili olarak: “Gelinen durum, Deniz Kuvvetlerimizin kurumsal yapısını ve görev fonksiyonlarını derinden etkileyecek bir boyuta ulaşmıştır.”Sözlerinde dik duruşunu da şu sözlerle belirtti: “Bugüne kadar attığım her imzanın ve aldığım her kararın arkasındayım.”
Ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit, 5 Temmuz’da Heybeliada Deniz lisesi mezunlarının diploma törenine gönderdiği mesajda şunları demişti:

“İlhamını mazisinden ve Atatürk’ten alan Deniz Kuvvetlerinin bu gün Atatürk’ün eşsiz denizci vizyonu rotasında sürekli gücüne güç kattığı, mavi vatan ve uluslararası sularda barış elçisi ve dostluk sembolü olarak Türk mevcudiyetini gösterdiği ve dünya denizlerinde Türk bayrağını şerefle dalgalandırdığı…”

Öğrencilere de: “Yarınlarda bu başarının devamı için en temel güvencem yüksek kalitede eğitimle yetiştirilen, üstün niteliklere sahip geleceğin lider ve komutanları siz kıymetli öğrencilerimsiniz. Sizler burada aldığınız eğitimi Harp Okulu’nda taçlandıracak ve tam donanımlı olarak aziz milletimizin emaneti Türk Donanmasını ve mavi vatanı bizlerden devralacaksınız.
Kendinizi o günler için en iyi şekilde hazırlamanız için başarınızın devamlılığı için eğitiminizin müteakip kademelerinde de sürekli araştırıcı olacak, mesleğe yönelik bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yakından takip edecek, geleceğe hazırlanırken rotanızın daima Atatürkçü düşünce sistemi olduğuna, onun ilke ve devrimlerine yöneldiğine emin olacak, Cumhuriyetimizin temel değerlerine sahip çıkacaksınız.”

Ufuk Söylemez:

Van’da şehit olan Mehmetçiklere Allahtan rahmet dilerim.

Mehmetçik can veriyor…Burada görülmedik çirkinlikte tezgâhlar tezgâhlanıyor.
Bu olanlar emeklilik istemek değildir. Olağan mecra değildir.

Bir şamar oğlanı gibi asker…Buraya AKP’nin hoşuna gidecek insanlar gelecekmiş…
Kimin terfi edeceğini uzmanlığı olan meslek bilir…

Lâiklik karşıtı odak olmuş bir partinin bu talepleri yersizdir!

Türk milleti zekidir! Ortada ne olduğunu bilir!

Bu istifalar bin muhtıradan daha önemlidir! Demokratik toplumlarda bu tip istifalar ortalığı sarsar…

Hangi gelişmiş ülkede törör hergün can alır…

Ben bir gazi çocuğuyum. Türk Silahlı Kuvvetleri bizim millî ordumuzdur!

Türk Ordusu, Kurtuluş Savaşını kazandıktan sonra hiç yenilmemiştir!

Askere düşman olan, millet- Cumhuriyet düşmanıdır! Haindir!

TSK, aman diyecek, Sevr’i konuşacak, laiklik karşıtı faaliyetlere uzaktan bakacak ordu değildir!

Vatanı sevenler, millî devletten yana olanlar demokratik direniş yapın!

Ben komuta kademesi olsam, önümde dört seçeneğim vardı:

1.Vatan hainliği anlamına gelen Amerikan-Kürt devleti hazırlığına gözyummak.
TSK’dan böyle insan çıkmaz!

Çuvalı geçiren, hem de böylesi binde bir değil, on binde bir çıkar!

TSK’da Atatürk Cumhuriyetini yıkacak general yoktur!

2. Acizsem, korkmuşsam, çok kötü bir şey ama intihar ederim…

Çiğiltepe olayı. Atatürk şu saate kadar alınacak,diyor.”Emredersiniz komutanım… deniyor. Gecikilince komutanı intihar ediyor… Ancak o zaman intihar olur…Tavsiye etmeyiz. Kaçıştır, hiçbir şeye yaramaz!

3. İstifa edeceksin. İstifa onurlu bir tavırdır!

4. Mücadele edeceksin!

Birincisi için hain olacaksın! Türk ordusundan hain çıkmaz!

Demokrasi ve hukuk kuralları içinde mücadele edeceksin!

Komutanların istifası isyandır!

Bir demokratik tavırdır! Tokattır!

Ordumuzda komuta kademesi boş!

PKK azmış…

Ermenistan bile Ağrı’yı istiyor.

Orduyu toptan bir suç ordusu gibi gösterip sudan sebeplerle onları tutuklayacaksın…Bunu alkışlamak alçaklıktır!

Muhalefet partileri demokratik eylemler yapmalıdır Silivri’nin önünde…

Bu durum muhalefetin acizliğidir!

Komutan “Hukuka ve vicdana aykırı tutuklamalar yapılıyor,” diyor.

Bölücüler konuşacak…

Sorosçular konuşacak…

Hainler konuşacak…

TSK başını öne eğecek, konuşmayacak, öyle mi?

Bu istifalar yetmez!

Yetmez ama evet!

Asimetrik hareketleri kim yapıyor? Adı konsun! Tesev, Taraf gazetesi gibi kurumlar soruşturulsun!

Güneydoğu’da polisi tokatlamak…Sivil giyimli işine giden askeri kurşunlamak…

Güneydoğu’da acilen: “Sıkıyönetim!”

Güneydoğu’da azgınlaşan teröre sıkıyönetim gerekiyor!

İsteyeceksin Meclis’ten yasaları…

Demokrasi maskesiyle demokrasiyi yıkıyorlar…

Koşaner Paşa ve üç komutan Türk milletinin kalbine kazındı. Atatürk ordusunun şahsiyetli askeri olduğunu gösterdiler…

Silahlı Kuvvetler, bu tutuklamaların haksız- hukuksuz olduğunu resmen ilân etmiştir!
Millet konserlerde kendini parçalıyor…Kuyruğa girip gidiyor oralara…Bir gününü de kendine sakla!

Türk toplumu silkinip kendine gelir…

Türk Silahlı Kuvvetlerini alınlarından öpüyorum…

Burada bırakmamalılar!

Sıkıyönetim istemeli, Meclis’ten mücadele kanunu istemeli…

Millet madayla taktı komutanlara. Çok fazla e-postayla destek iletisi geldi…

Sağ sol demeden Aydınlık gibi gazetelerin kitleleri kucaklaması lâzım.
Ben sağda bilinen biriyim. Atatürk millîyetçisiyim…

Pazar 17.30’da İzmir’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne destek yürüyüşü var. Buradan duyuralım!
Suriye Konusu:

Biz Suriye ile doksan yıldır sorunsuz yaşıyoruz. Amerika istedi diye bizim dövüşecek bir sorunumuz yok.

Abdullah Gül’ün sözleri ne kendisine, ne Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır.

Bu kraldan çok kralcı olmak!

Yanlı gazeteler

Irak’ta Halepçe’de eskiden yapılanı Suriye yaptı diye yazmışlar bunlar gazetelerinde…
Bunlar, Türkiye Cumhuriyeti kurucu değerlerine düşman yetişmişler…

Bizim ordumuzun subayları, vatana millete bağlı pırıl pırıl vatan evlâtlarıdır …

Kemal Burkay
Kemal Burkay’ı törenle karşılıyorlar…

Sen kimsin?

PKK silah bıraksa onun isteklerine, masaya oturup Sevr isteklerine evet mi diyeceğiz?
BDP- PKK- Tesev- Taraf gazetesi isteklerinde fark yok!

Buna herkes karşı çıkar!

Millet vatanına sahip çıkar. PKK alçaktır! Bunların dediklerini silahsız söyleyenler daha alçaktır!
Toplu ikna odalarında gibi beynimizi yıkıyorlar.

Kemal Burkay’ın hadi dediğini yapalım(?) diyelim:

Kanını akıtan alçak, evlâdını şehit ediyor! Sınırı bekleyen çocuğumuza saldıran onun eşiti değildir!

Sınırdaki askere pusu kur! Sonra, çocukların kanı akmasın…de…Bunlar PKK’nın kravatlı unsurları…

Bir şeyin başına “ yeni” sözü geliyorsa: Dikkat!

Demokratik sözü geliyorsa: Daha da dikkat!

Yeni ve demokratik kelimelirinin içi boşaltılmıştır…

Son Sözlerim:Amerika’nın bu bölgedeki çıkarlarıyla bizim çıkarlarımız çarpışıyor.Biz hiçbir siyasi partinin adamı değiliz. Korkmuyoruz! Konuşuyoruz!

TSK’da açıkladı ve konuştu!

DP’de ( eski partisi) suskunluk var. DP Türk milletine lâzım. Parti yenilenmeli. İşçi Partisi’nden, DSP’ye kadar partiler demokratik millî ittifak yapmalı.

Atatürkçü millî unsurlar bir parti oluşturmalı…

Bu işten yepyeni bir ittifakla çıkılır… DP’de, gerekirse isim değiştirilir…

Sabahattin Önkibar

Olanlar bana Balkan bozgununu hatırlatıyor. 1910’lu yılların başı…Siyaset ordunun içine girdiği için…

İmamlara saygı duyarım ama bu, imam ordusu kurma operasyonu…

Yeniçağ gazetesinden ayrıldım. Bir proje yürütülüyor. O projeye dolgu malzemesi olmak istemedim.

Yenicağ’da en yüksek maaşla çalışan gazeteci bendim. Yeri geldiğinde insanların bazı şeylerden fedakârlık etmesi lâzım…

Silivri’de bedel ödüyorlar.

Bir konsere, maça gitmek için kendimizi yırtıyoruz, ülkemiz için adım atmıyoruz…
Bir zihniyeti hedef aldım ben. Yazım, Yeniçağ’ın taşra baskısına girdi, şehir baskısına girmedi.
Yazımın adı: “ Hz. Muhammetsiz islâm olur mu?”

Suç işlememek için bir zihniyeti hedef aldım. Benim ödediğim bedel bir okyanusta bir damla …
(Sabahattin Önkibar’ın yazısının tamamı)

-Sabahattin ÖNKİBAR – 28 Temmuz 2011-

Hz Muhammetsiz İslam Olur mu?

Başlığa bakıp bu nasıl soru demeyin sakın!

Hedeflenen yeni Müslümanlık Hazreti Muhammetsiz islamdır!

O nasıl mı olur?

Proje mimarlarına göre haşa onu aşmakla olurmuş!

Ambalajı da İbrahimi dinlerin kardeşliği ve bütünselliği imiş!

Henüz alt perdelerden ve belli mahfillerde seslendirilen modernize edilmiş yeni İslam dini projesinin ardında ise Paxamericananın Evanjelistleri ile Vatikan var.

İBRAHİMİ DİNLER VE DİYALOG !

İbrahimi dinler ambalajı basit anlatımla üç kitaplı dinin yani İslam,Musevilik ve Hıristiyanlığın bir potada eritilmesi ile orta vadede üçünden ortak bir din yaratmadır.

Bu yeni inanca göre üç din de hakdır ve bu dinlere mensup olanlar cennete gideceklerdir.
Kur’anı Kerim’i reddeden bu anlayış islamın Protestanlaştırılması ya da reforme edilmesinin ötesinde tamamen iğdiş edilmesidir .

Bu vahim projenin kapısını aralayan ilk teşebbüs de dinler arası diyalog yutturmasıdır.
Dinler arası diyalogun amacı böyle bir deformasyona iklim hazırlamaktı.

Malum soğuk savaş sürecinden sonra Emperyalizm Komünizmi düşman olmaktan çıkarmış yerine islamı oturtmuştur.

İslamla mücadelenin tekniklerinde ise deformasyon yani islamı kendi özü ya da temel çizgisinden çıkarmak öncelikli hedeftir.

Batılı büyük istihbarat örgütlerinin kontrolünde olan Haçlı intelijansiyası yeni süreçte tehlikenin aslında Müslümanlar olmadığı tersine İslam inancının kendisinin olduğu hükmüne varmış ve o yönde sonuç alacak metotları teklif etmişlerdir.

İŞTE DEHŞET UYGULAMALARİşte Büyük Ortadoğu Projesi de aslında bu bakışın proje olarak somut yansımasıdır.

Üzülerek ifade etmeliyiz ki bu yeni projenin uygulama merkezi Türkiye’dir ve öyle olduğundan olsa gerek BOP’un Eşbaşkanı da malum Sayın Tayyip Erdoğan’dır.

Bizzat devlet ve hükümet tarafından desteklenen yeni ya da Hazreti Muhammetsiz İslam projesindeki faaliyetlere vereceğimiz birden çok somut örnek var.


Mesela ilkokul kitaplarımızda var olan Kelime Tevhid tarifinden Muhemmedun Resululahın çıkarılması en dehşet verici örnektir.

Sinsi bir şekilde yürütülen bu kampanyalarda ayrıca islamla Hıristıyanlık ve Museviliğin çok farklı olmadığı ,dolayısı ile iki ayrı dinden insanların nikah kıyabilecekleri bile şuuraltılara pompalanıyor.

Keza Papazların Camilerde ayin yapması ve de devlet büyüklerimizin cemaatı olmayan Kiliseleri besmele ile açması ve yine cemaatı olmayan onbinlerce Kilise Evinin ihya etmesi bir diğer garabet misalleridir.

Bu bağlamda verilebilecek en dehşet örnek ise ABD’nin Cuma hutbelerimize müdahale etmesi ve bundan sonuç almasıdır.

ABD SEFİRİNDEN HUTBEYE MÜDAHALE

AKP iktidarı ile beraber 2005 yılında ABD sefiri Edelman hükümete ve Diyanet’e baskı yapıp Cuma Hutbesinde okunan “Yegane din islamdır” ayetini kaldırtmaya çalışmıştır ki maalesef büyük ölçüde başarılı da olmuştur.

Kuşkusuz Paxamericanın Evenjelistleri ve Vatikan’ın CIA desteği ile yürüttüğü bu rezil faaliyete Türk insanı manevi önderleri sayesinde her şeye rağmen direnmeye devam ediyor .
Bu bağlamda Türkiye’de kökü dışarıda olmayan yani milli olan pek çok dini camia çok güzel refleksler sergiliyor ki bunun bayraktarı tartışmasız olarak Prof.Dr.Haydar Baş Bey ve Arkadaşlarıdır.

Dürüstçe ifade edeyim bizim gibi işi gücü okumak ve yazmak olan biri bile Hazreti Muhammedsiz islam noktasındaki pek çok kahpe faaliyetin ayrıntılarını Prof Haydar .Baş Hoca sayesinde nüfuz edebilmiştir ki bu bile yürütülen çalışmanın sinsiliğini teyid ediyor.

İSLAM DİYE DİYE İSLAMA İHANET!Bizi üzen şeylerden biri de adı Milli Görüş olan bir önemli Camianın tamamen olmasa da bu rüzgara büyük ölçüde kapılması yani Amerikan islamına boyun eğmesidir.

Öyle değilse soruyorum yakın geçmişte her Cuma çıkışı Emperyalizmi protesto eden o insanlar dün Irak’da bugün Libya’da Haçlılar Müslümanları avlarken bir kez olsun neden tepki koymadılar ve koymazlar?

Ve son not:

Türkiye’de Şanlı Muhammed Aleyhisselam,Ashabi ve Ehli Beytinin Kur’an ve Hadisi Şerif Müslümanlığına, kendine güya İslamcı diyenlerin iktidarında savaş açıldığını ve gerçek Müslümanlığın yerine Amerikan İslamının ikame edilmeye çalışıldığını tarih dehşet verici ve ibret alıcı büyük bir ironi olarak yazacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın!

Haber,
Feza Tiryaki, 2 Ağustos 2011
İLK KURŞUN

29 Temmuz 2011 Cuma

ELSİZ AYAKSIZ BİR YEŞİL YILAN…

ELSİZ AYAKSIZ BİR YEŞİL YILAN…
29 Temmuz 2011
Ne demişti Attila İlhan:
“Elsiz ayaksız bir yeşil yılan / yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa kemal / hani bir vakitler Kubilay’ı kestiler / çün buyurdun kesenleri astılar / sen uyudun asılanlar dirildi / Mustafa’m Mustafa Kemal’im…”
Çok kötü günlerden geçiyor sevgili yurdumuz. Anaların, babaların gözleri yaşlı. Katiller el üstünde. Toz duman, pislik kaplamış her yanı. Çamur diz boyu…
Eşkıyalar dünyaya hükümdar olmaya çalışıyor.
20. yüzyılın ilk çeyreğindeki gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de emperyalizm ve yerli ortakları, ülkemizi parçalamak için çabalıyorlar. Yoğun bir çalışma yürütüyorlar.
ABD’nin bir eli Türkiye’de öteki eli Kandil’de. Sömürge valilerinin biri geliyor, öteki gidiyor. Ülkemiz Amerika’nın yolgeçen hanına döndü. O, Irak’tan çekilirken, savaşan, birbirini yiyen, kaos yaşayan bir ülke bırakmak istemiyor geride.
Kukla Irak hükümetini rahatlatmak, oradaki sömürüsünü ve egemenliğini sürdürebilmek uğruna, giderayak PKK sorununu çözmeye, PKK’yı siyasallaştırarak dağlardan düzlüğe çekmeye çalışıyor.
Ayrıca o, Irak’ın kuzeyinde Kürt aşiret reislerinin yönettiği ikinci bir İsrail devleti ile petrol ve öteki çıkarlarını garantiye almak amacında.
Senaryolar hazırlıyor. Başoyuncu ABD. Bu senaryoda AKP, BDP, APO ve neoliberal aydınlar, taraf basın da önemli roller almış. Tümü de kol kola, omuz omuza, büyük bir dayanışma ve uyum içerisinde çorap örüyorlar Türkiye’nin başına.
ABD, emirler yağdırıyor. Gizli açık planlar yapıyor. AKP’yi dilediği gibi yönlendiriyor.
ABD’nin bugünkü görevini bir zamanlar İngiltere üstlenmişti.
Osmanlının son dönemlerinde Kürtler, İngiltere’nin kanatları altında palazlanma yolunu seçmişti. İngiltere, Mustafa Kemal’in gücünü bölmek ve zayıflatmak için Kürt aşiretlerini ayaklandırmayı düşünüyordu. O yıllarda “Kürt Teali Cemiyeti” (Kürt Yükselme Derneği) başkanı Seyit Abdülkadir, İngilizlerin yönlendirmesiyle Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde bir “Kürt devleti” kurma çabasındaydı. Sadrazam Damat Ferit de Kürt Teali cemiyetinin girişimini destekliyordu. O, İngiliz yüksek komiseri Amiral De Robeck’e iki kez başvurarak, Mustafa Kemal’e karşı Kürtleri kullanmayı önermişti. De Robeck Damat Ferit’in bu önerilerini Lord Curzon’a şöyle iletmişti:
“Damat Ferit bana geldi ve dedi ki: Kürtler ayrı bir devlet olacaktır. Mustafa Kemal’i sevmezler. Çünkü o Bolşevikliği getirmek istiyor. Siz Mustafa Kemal’den nefret ediyorsunuz. Çünkü sizin yaptığınız anlaşmayı kabul etmiyor. O halde Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı birlikte kullanalım.” (Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, 277)
Böylece, padişahın, sadrazamın ve İngiltere’nin desteğini arkasına alan işbirlikçi Seyit Abdülkadir, 31 Mart 1920 tarihli Peyam-ı Sabah gazetesinde şunları yazıyordu:
“Kuva-yı Milliye’ye aldanmayınız. (Onlar) Bolşeviklerin kafasını taşıyan yurtsuz serserilerdir. Hilafet ve Saltanattan ayrılmayınız.”
Günümüzde ise ABD’nin desteğini arkasına alan PKK, aynı yolun yolcusu. Masum insanları katlediyor ve yoksul halkın bütçesinden milyarlarca doların boş yere harcanmasına neden oluyor. Analar, babalar, çocuklar, eşler çığlık çığlığa… Kan, gözyaşı, acı hiç dinmiyor.
Ulus devlet ve ülke bütünlüğü parçalanmaya çalışılıyor. Öyle bir teslimiyetçiliğin ve işbirlikçiliğin ortasına düşürülmüşüz ki, elimiz kolumuz bağlı. Her zaman ve her yerde Amerika ne derse o oluyor. Sorgusuz sualsiz peşinden gidiyoruz. İlhan Selçuk ağabeyin deyişi ile “Otur otur, kalk kalk… Ne Allah ü Teâlâ… Ne Hazreti Peygamber… Varsa yoksa Amerika.
Sevr haritaları havalarda uçuşuyor. Öcalan, “Türkiye’nin 25 bölgeye ayrılması” gerektiğini söylüyor ve BDP özerkliğini ilan ederek Türkiye Cumhuriyetinin toprak bütünlüğünü ve üniter yapısını hiçe sayıyor.
Bir başbakan çıkıyor:
“Ben Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanıyım, şimdi o görevi yapıyorum…“ diyor. Ve bunu tam 34 yerde açıklıyor, tekrarlıyor.Peki, Başbakanın 34 yerde “eşbaşkanı” olduğunu vurguladığı Büyük Ortadoğu Projesi nedir? Ne anlama geliyor?
Çok özet ve net: Amerika’nın bir sömürü ve paylaşım programıdır. Ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayarak, halkları etnik bölgelere ayırıp, köleliye mahkûm eden bir projedir. Doğrudan devletlerin sınırlarını değiştirmeyi hedeflemektedir. 24 ülkeyi kapsamaktadır ve içerisinde Türkiye de vardır.
Bu Yenidünya Düzeninin haritası ABD tarafından çizilmiş, Amerikan Silahlı Kuvvetleri dergisinde yayınlanmıştır. Ayrıca 15 Eylül 2006’da Roma’da yapılan bir NATO toplantısında subaylarımızın gözü önünde duvara da asılmıştır.
Peki, bütün bunlar yasalarımıza göre suç değil midir? Bir başbakan kendi ülkesini bölmek, sınırlarını değiştirmek için eşbaşkanlık yapar mı?
Elbette suçtur. Hem de “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya teşebbüs suçudur. Deniz Gezmiş’ler işlemedikleri bir suçtan yargılanıp, idama mahkûm olmuşlardı. Gerçekte Türkiye’nin bağımsızlığını, bütünlüğünü onlar savunuyordu. Emperyalizme karşı canlarını ortaya koyarak mücadele vermişlerdi. Ama şu anda işbaşında bulunan iktidar Türkiye’yi bölme, parçalama girişiminde bulunmaktadır ve “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya teşebbüs” suçu işlemektedir.
Bütün bu işler olup biterken, yüce Atatürk’ün “Cumhuriyeti koruma, kollama görevi”ni verdiği savcılar da ortalarda görünmüyor. Neredeler, ne yapıyorlar, harekete geçmek için daha neyi bekliyorlar? Bilen yok!..
Cumhuriyet düşmanlarının her yanı veba gibi sarması, bebek katillerinin Türkiye üzerinde söz sahibi olması, cemaatçilerin devleti teslim alması Doğan Öz’lerin, İlhan Cihaner’lerin azlığından, Zekeriya Öz’lerin, Osman Şanal’ların çokluğundan kaynaklanmıyor mu sizce? Ne dersiniz?
Namuslu, dürüst, Atatürkçü savcılar neden susuyorlar? Örneğin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı niçin görevini yapmıyor? Özerklik ilan eden BDP hakkında niçin soruşturma başlatmıyor? Bu memlekette Cumhuriyeti gerçekten koruyacak, kollayacak, vatanın bütünlüğünü savunacak savcılar yok mu? Kalmadı mı?
Nerede o yürekli, yurtsever cumhuriyet savcıları? Nerede o beyaz atlılar? Ne zaman doğacaklar dağların doruklarından?

Ali EralpİLK KURŞUN
ELSİZ AYAKSIZ BİR YEŞİL YILAN…
29 Temmuz 2011
Ne demişti Attila İlhan:
“Elsiz ayaksız bir yeşil yılan / yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa kemal / hani bir vakitler Kubilay’ı kestiler / çün buyurdun kesenleri astılar / sen uyudun asılanlar dirildi / Mustafa’m Mustafa Kemal’im…”
Çok kötü günlerden geçiyor sevgili yurdumuz. Anaların, babaların gözleri yaşlı. Katiller el üstünde. Toz duman, pislik kaplamış her yanı. Çamur diz boyu…
Eşkıyalar dünyaya hükümdar olmaya çalışıyor.
20. yüzyılın ilk çeyreğindeki gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de emperyalizm ve yerli ortakları, ülkemizi parçalamak için çabalıyorlar. Yoğun bir çalışma yürütüyorlar.
ABD’nin bir eli Türkiye’de öteki eli Kandil’de. Sömürge valilerinin biri geliyor, öteki gidiyor. Ülkemiz Amerika’nın yolgeçen hanına döndü. O, Irak’tan çekilirken, savaşan, birbirini yiyen, kaos yaşayan bir ülke bırakmak istemiyor geride.
Kukla Irak hükümetini rahatlatmak, oradaki sömürüsünü ve egemenliğini sürdürebilmek uğruna, giderayak PKK sorununu çözmeye, PKK’yı siyasallaştırarak dağlardan düzlüğe çekmeye çalışıyor.
Ayrıca o, Irak’ın kuzeyinde Kürt aşiret reislerinin yönettiği ikinci bir İsrail devleti ile petrol ve öteki çıkarlarını garantiye almak amacında.
Senaryolar hazırlıyor. Başoyuncu ABD. Bu senaryoda AKP, BDP, APO ve neoliberal aydınlar, taraf basın da önemli roller almış. Tümü de kol kola, omuz omuza, büyük bir dayanışma ve uyum içerisinde çorap örüyorlar Türkiye’nin başına.
ABD, emirler yağdırıyor. Gizli açık planlar yapıyor. AKP’yi dilediği gibi yönlendiriyor.
ABD’nin bugünkü görevini bir zamanlar İngiltere üstlenmişti.
Osmanlının son dönemlerinde Kürtler, İngiltere’nin kanatları altında palazlanma yolunu seçmişti. İngiltere, Mustafa Kemal’in gücünü bölmek ve zayıflatmak için Kürt aşiretlerini ayaklandırmayı düşünüyordu. O yıllarda “Kürt Teali Cemiyeti” (Kürt Yükselme Derneği) başkanı Seyit Abdülkadir, İngilizlerin yönlendirmesiyle Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde bir “Kürt devleti” kurma çabasındaydı. Sadrazam Damat Ferit de Kürt Teali cemiyetinin girişimini destekliyordu. O, İngiliz yüksek komiseri Amiral De Robeck’e iki kez başvurarak, Mustafa Kemal’e karşı Kürtleri kullanmayı önermişti. De Robeck Damat Ferit’in bu önerilerini Lord Curzon’a şöyle iletmişti:
“Damat Ferit bana geldi ve dedi ki: Kürtler ayrı bir devlet olacaktır. Mustafa Kemal’i sevmezler. Çünkü o Bolşevikliği getirmek istiyor. Siz Mustafa Kemal’den nefret ediyorsunuz. Çünkü sizin yaptığınız anlaşmayı kabul etmiyor. O halde Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı birlikte kullanalım.” (Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, 277)
Böylece, padişahın, sadrazamın ve İngiltere’nin desteğini arkasına alan işbirlikçi Seyit Abdülkadir, 31 Mart 1920 tarihli Peyam-ı Sabah gazetesinde şunları yazıyordu:
“Kuva-yı Milliye’ye aldanmayınız. (Onlar) Bolşeviklerin kafasını taşıyan yurtsuz serserilerdir. Hilafet ve Saltanattan ayrılmayınız.”
Günümüzde ise ABD’nin desteğini arkasına alan PKK, aynı yolun yolcusu. Masum insanları katlediyor ve yoksul halkın bütçesinden milyarlarca doların boş yere harcanmasına neden oluyor. Analar, babalar, çocuklar, eşler çığlık çığlığa… Kan, gözyaşı, acı hiç dinmiyor.
Ulus devlet ve ülke bütünlüğü parçalanmaya çalışılıyor. Öyle bir teslimiyetçiliğin ve işbirlikçiliğin ortasına düşürülmüşüz ki, elimiz kolumuz bağlı. Her zaman ve her yerde Amerika ne derse o oluyor. Sorgusuz sualsiz peşinden gidiyoruz. İlhan Selçuk ağabeyin deyişi ile “Otur otur, kalk kalk… Ne Allah ü Teâlâ… Ne Hazreti Peygamber… Varsa yoksa Amerika.
Sevr haritaları havalarda uçuşuyor. Öcalan, “Türkiye’nin 25 bölgeye ayrılması” gerektiğini söylüyor ve BDP özerkliğini ilan ederek Türkiye Cumhuriyetinin toprak bütünlüğünü ve üniter yapısını hiçe sayıyor.
Bir başbakan çıkıyor:
“Ben Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanıyım, şimdi o görevi yapıyorum…“ diyor. Ve bunu tam 34 yerde açıklıyor, tekrarlıyor.Peki, Başbakanın 34 yerde “eşbaşkanı” olduğunu vurguladığı Büyük Ortadoğu Projesi nedir? Ne anlama geliyor?
Çok özet ve net: Amerika’nın bir sömürü ve paylaşım programıdır. Ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayarak, halkları etnik bölgelere ayırıp, köleliye mahkûm eden bir projedir. Doğrudan devletlerin sınırlarını değiştirmeyi hedeflemektedir. 24 ülkeyi kapsamaktadır ve içerisinde Türkiye de vardır.
Bu Yenidünya Düzeninin haritası ABD tarafından çizilmiş, Amerikan Silahlı Kuvvetleri dergisinde yayınlanmıştır. Ayrıca 15 Eylül 2006’da Roma’da yapılan bir NATO toplantısında subaylarımızın gözü önünde duvara da asılmıştır.
Peki, bütün bunlar yasalarımıza göre suç değil midir? Bir başbakan kendi ülkesini bölmek, sınırlarını değiştirmek için eşbaşkanlık yapar mı?
Elbette suçtur. Hem de “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya teşebbüs suçudur. Deniz Gezmiş’ler işlemedikleri bir suçtan yargılanıp, idama mahkûm olmuşlardı. Gerçekte Türkiye’nin bağımsızlığını, bütünlüğünü onlar savunuyordu. Emperyalizme karşı canlarını ortaya koyarak mücadele vermişlerdi. Ama şu anda işbaşında bulunan iktidar Türkiye’yi bölme, parçalama girişiminde bulunmaktadır ve “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya teşebbüs” suçu işlemektedir.
Bütün bu işler olup biterken, yüce Atatürk’ün “Cumhuriyeti koruma, kollama görevi”ni verdiği savcılar da ortalarda görünmüyor. Neredeler, ne yapıyorlar, harekete geçmek için daha neyi bekliyorlar? Bilen yok!..
Cumhuriyet düşmanlarının her yanı veba gibi sarması, bebek katillerinin Türkiye üzerinde söz sahibi olması, cemaatçilerin devleti teslim alması Doğan Öz’lerin, İlhan Cihaner’lerin azlığından, Zekeriya Öz’lerin, Osman Şanal’ların çokluğundan kaynaklanmıyor mu sizce? Ne dersiniz?
Namuslu, dürüst, Atatürkçü savcılar neden susuyorlar? Örneğin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı niçin görevini yapmıyor? Özerklik ilan eden BDP hakkında niçin soruşturma başlatmıyor? Bu memlekette Cumhuriyeti gerçekten koruyacak, kollayacak, vatanın bütünlüğünü savunacak savcılar yok mu? Kalmadı mı?
Nerede o yürekli, yurtsever cumhuriyet savcıları? Nerede o beyaz atlılar? Ne zaman doğacaklar dağların doruklarından?

Ali EralpİLK KURŞUN

19 Temmuz 2011 Salı

Şu Soruya Yanıt Lazım…

Bekir Çoşkun
Temmuz 2011

Hem referandum öncesi, hem seçim öncesi PKK neden ateş kesti?.. Referandum ve seçim biter bitmez neden bıraktığı yerden kurşun sıkmaya başladı?..

Bu sorunun yanıtı lazım…

Bugün niçin kan aktığının yanıtı, dün kana ara verilmesinde gizlidir…
Kim, kiminle anlaşmıştı?..

Ve ne için?..
*
Yani; seçim öncesi ateş durduruldu, insanlar biraz olsun huzur hissettiler, seçmenin gözü boyandı…

AKP’ye oy verdiler…

Seçim bitti, AKP kazandı…

Kan akmaya başladı…

Neden?..
*
Kanlı oyunun senaryosunun sonu, bu sorunun yanıtında gizli…

Aktörleri biliyoruz…

Sahne belli…

Şimdiye kadar oynanan kısmını ise işte izlediniz; terörle mücadele edecek tek güç ordu sindirildi… Komutanlar hapishanelere dolduruldu… Karayılan’ın iddiasına göre Başbakan’ın istemi ile otobüsün üzerinde teröristler zafer işaretleri ile geldiler… Terörist başı ile görüşmelere başlandı… Referandum ve seçim öncesi ateş kesildi…

Ve AKP güçlenerek kazandı…

Şimdi ne var sahnede?..
*
Bir:

PKK, seçim kıyakları ile demek ki bu iktidarın sürmesini istiyor…

Niçin?..

İki:

Birinci ortak kazandı…

Sıra ikincisinin kazanmasında mı?..
*
Tüm bu yanıtları istiyorsanız zorlayın; Tayyip Erdoğan İmralı görüşmelerini ve seçim öncesi ateşkesin nasıl sağlandığını açıklasın…

Türkiye bunu öğrenirse, terörün gücünü nereden aldığını da öğrenir…

Ülkenin üzerinde oynanan oyunları da…

13 şehidin gerçek katillerini de…
*
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın bildik terörü lanetleyen, insanları aptal yerine koyan o laflarını artık dinlememeli kimse…

O soruyu sormalı:

Referandum ve seçim öncesi o ateşkesler…

Niçin, nasıl ve neye karşılık?..

*
Bu kez yüreğinle değil, beyninle ağla Türkiye…

Ve sor…

Son yaşananlara yorum..!

Ülkemizde son zamanlarda yaşananlar ülke tarihinin geçmişin en kötü üzücü olayların yaşandığı ve tezgahlandığı bir dönemdir. Bu konuda Hükümet Acizmidir yoksa tarafmıdır bunu sizin vicdanınıza bırakıyorum ben böyle olmadığını düşünmeye çabalıyorum ama yaşananlar o yönde düşünmeme neden oluyor. Hiç bir hükümet terörist ile masaya oturmaz oturmamalı. Bir kaç çapulcuyla baş edemiyecek bir yapımı taşımıyoruz. Katil ve vatan haini bir kişi hapisten örgütünü idare ediyor dışardan daha rahat ise İnsanın Aklına Bir sürü soru geliyor, Niye Diye. Ben sormak istiyorum buna karşı bir tetbir neden yok.

Son zamanlarda bir anlaşma konusu var. Hiç bir maddesi hakkında Açıklama yapılmayan maddelerin yürürlüğe konmaya başlandığına delaletmi yaşanan olaylar özerklik açıklamaları gibi. Yapılan Anlaşma acaba Vatanın bölünmesimi, Nedir bu Maddeler bir Vatan evladı olarak soruyorum.

Hepimizin çok üzüldüğü bir olay yaşadık 13 şehit verdik ilginçtir ne Cumhurbaşkanı nede Başbakan neden katılmadı cenaze törenlerine Halkın tepkisinden korktukları içinmi yoksa hastamıydılar sizce, başka bir zatın töreninde orda olduklarına göre Öyle bir Sorun yok. Vatan evlatlarından önemli demek bu kişi ikisi birlikte omuzladıklarına göre
Şu bir gerçek artık Ülkemizde görünen olaylara bakarak şunu düşünüyorum, fiili olarak işgal ediliyor Vatan. Herkezin takip ettiği gibi tüm kurumlar bir şekilde ele geçirildi, İşgalgi güçler tarafından. En büyük engel görülen orduda hızla yıpratıldı ve elegeçiriliyor sürekli aşşağlanan bir kurum pozisyonuna getirilmiştir durumda, eli kolu bağlandı.

Akabinde Tarihte eşi benzeri görülmemiş senaryolarla 44 General ve bir sürü subay şu an Hapiste, Şakşakcı Yalaka medyada aklın mantığın varamadığı yazılarla dolu Tv'lerde hergün küçük düşürücü yayınlar var niye bir ordu bu şekilde yıpratılmak istenirki başka bin türlü halledilir içerde hain varsa Tabi niyet Düşünce Başkaysa Böyle Yaparlar. Ordu onlar için en büyük engel. Bunuda bu şekilde bertaraf ettiler.

Ufukta görünen şu vatan Parçalanıyor. Yada Parçalanmak isteniyor.

İlgimi Çeken Birşeyde Seçim öncesi Hiç bir olaylar yaşanmazken seçim sonrasında Hainlerin harekete geçerek katliyamlar yapmaya başlamaları. Bunlar dönen dolapları bir parçasımı. Yoksa Varılan Anlaşma sonucumu. O zaman Anlaşma Anlaşmadır Sonuçta.

Ben Ülkemi Çok Seviyorum Her Dönem Hainlikler Olmuştur olacaktırda Kimse için bunu söylemek istemiyorum ama Yaşananlar nedeniyle Kafamda oluşan Yapılaşma bu.
Aliekber.....!

4 Haziran 2010 Cuma

24 Mayıs 2010 Pazartesi

20 Mayıs 2010 Perşembe

Biz Mustafa Kemal'in Askerleriyiz

Bir millet düsünün tarihi savaslarla dolu.Bir millet düsünün kadini ile erkegi ile,çolugu çocugu ile yabanci ve kirli ellere dur diyen.

Bir millet düsünün üzerine bastigi vatan topraginin kutsal olduguna inanan.
Bir millet düsünün vatani bir tehtitle karsilastigi zaman dogusu ile batisi, kuzeyi ile güneyi bir bütün olan.

Dünyanin baska neresinde tarihi böyle büyük zaferlerle dolu bir ülke var.
Peki bu özelliklerimizi hala koruyormuyuz? Bizim degerlerimizi elimizden almadilar mi?
Ülkemizi ekonomik bir buhrana soktular.Issizlik aldi basini gitti,geçim dertleri dertlerin en büyügü oldu.

Bir karanlik geldi ülkemin üzerine .Kandirdilar.Din dediler Allah dediler sanki bizim dinimiz Allahimiz yokmus gibi.Ülkemizi karanliga hem de zifiri karanliga sürüklemeye çalistilar.Bütün degerlerimizi sattilar yok pahasina.Yabancilarla is birligi yaptilar kendi kimliklerini unuttular.Bizi yabancilarla is birligi ile yikmaya çalistilar.Askerime,köylüm
e hakaret ettiler.Tam bagimsizligimiza,cumhuriyetimize,MUSTAFA KEMAL’IMIZE kastettiler.
Dis güçlere kapilari açtilar,kagit üzerinde haritamizi degistirdiler.Ulu önder MUSTAFA KEMAL’I zihinlerden çikarmak istediler.” MUSTAFA KEMAL bir anidir” diyecek kadar nankörlestiler.Iran’daki din adamini MUSTAFA KEMAL’ E yeglediler.Devletin her kademesini yurtdisindaki agabeylerinin destegi ile ele geçirdiler.Zengini daha zengin,fakiri daha fakir yaptilar.Köylümüzün,çiftiçimizin elinden her seyini aldilar.

Bütün bu olumsuzluklara ragmen bunlara dur diyecek bir kitle olustu.Bu kitle MUSFAFA KEMAL’IN isiginda memleketimizi bu yobazlardan,bu din bezirganlarindan ve onlarin yurtdisi isbirlikçilerinden koruyacak ve kollayacaktir.

Çiktik meydanlara haykirdik tam bagimsiz bir Türkiye için.El ele verdik gönül gönüle verdik MUSTAFA KEMAL’IN isigini Anadolu’nun her yerinde aydinlatmak için.Ülkemizin temel degerlerine kastettiklerinde bizi buldular karsilarinda.

Biz vatan,cumhuriyet,tam bağımısızlık derken bu yobazlar sözlüklerini açtilar ne anlama geliyor diye.Çünkü onlar,vatanin,cumhuriyetin,tam bağımsızlığın ne demek oldugunu bilmediler bilemediler.Onlar aydinlik yerine karanligin efendisi olmak istediler.Ancak onlar yine bilemediler ki gerçek efendi karanligin degil,karanligi aydinlatanlarindir.Gerçek efendiler bu ülkenin aydinlanmasinda MUSTAFA KEMAL’IN ilkelerine sahip çikan onun yolunda ilerleyen onun düşücelerine sahip çıkanlardır.

Bu zaman böyle geçmeyecek.Gün gelecek memleketimizin her bir kösesinde aydinlanacagiz.Ülkemizin degerlerini yeniden kurup kollayacagiz.Milletimizin basini öne egen her ne kim olursa olsun millet olarak hesap soracagiz.

Her geçen gün daha büyük bir azim ve kararlilikla yolumuza devam edecegiz.Daha fazla çalisip daha fazla kenetlenecegiz.Birlik ve beraberligimizi muhafaza edip ülkemizi çagdas ve modern bir ülke konumuna yeniden getirecegiz.Bunu ‘BIZ’ yapacagiz.

NOT:Eger bir yerde durursan günes dogar aydinligi görürsün ancak ayni yerde durmaya devam edersen günes batar karanligi yasarsin.Hiç karanlik yasamak istemiyorsan günesi takip etmelisin.Iste ‘BIZ’ günesi takip edenleriz.

ÇÜNKÜ ‘BİZ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ

ORÇUN KENDIGELEN

Bugünlere Nerelerden geldik

Bugünlere Nerelerden Geldik?


Her şey 1950 yılında başlamıştır. Çünkü o yıl, Demokrat Parti iktidara geçmiş ve gericilere ödün vermek suretiyle yeni bir çığır açılmıştır. Başbakan Adnan Menderes, hükümet programını okurken, “millete mal olmuş devrimler, millete mal olmamış devrimler” ayrımını yapmıştır. Demek ki mal olan devrimler korunacak, mal olmayanlar ise atılacaktır. Hangilerinin mal olduğu, hangilerinin olmadığı konusunda kesin bir düşüncesi de yoktur.

Nitekim bir süre sonra Türkçe ezan Arapça’ya dönüştürülmüştür. Ramazan ayı yaklaşmaktadır. Bundan iyi fırsat bulunmaz düşüncesiyle Atatürk’ün bu en büyük devrimi yok edilmiş ve gericilere büyük bir ödün verilmiştir. Atatürk devriminden alınan ilk kale budur. Arkasından birer devrim kalesi olan Halkevleri, Halkodaları kapatılmış, binaları, kitap ve kitaplıkları yağmalanmıştır. Dünyanın en büyük kültür devrimcilerinden biri olan Atatürk gibi bir devlet kurucusunun bu büyük yapıtı acımasızca yıkılmıştır. Daha sonra da köye ışık ve aydınlık götürecek olan Köy Enstitülerine kilit vurulmuş, yerlerine imam okulları açılmıştır. Işıktan ve aydınlıktan korkanlar acımasızca yıkıp atmışlardır bu özgün kuruluşları.

27 Mayıs Devrimi

Sonra 1960 devrim yılları. 1961 Anayasası’nın gündeme getirilmesi... O yıllarda “hayırda hayır var” sloganlarıyla, dünyanın en çağdaş anayasasına karşı çıkılması... Bilindiği gibi anayasa, bu hayırlara karşın halk oylamasına sunularak yürürlüğe girmiştir. Ne var ki birkaç yıl sonra gerici takım yeniden iktidara geçmiştir. Ve anayasayı rafa kaldırma girişimleri başlamıştır. 1971 ve 1973 yıllarında bu çağdaş anayasa iki kez değiştirilmek suretiyle özgürlükler kısıtlanmış, hukuk devleti düşüncesinden geri adımlar atılmıştır. Önce Danıştay kararlarına uyulmamaya başlanmıştır. Zamanın Başbakanı, bu kararları uygulamama düşüncesindedir. “Tazminat veririm, Danıştay kararlarını uygulamam” biçimindeki çarpık bir düşünceyi savunmaktadır. (Demirel) Bu anayasaya ve yasalara aykırı davranış, ülkemizde hukuk devleti anlayışını yok etmiş, adalete güven duygusunu sarsmıştır. Bu arada altı kez iktidardan düşen ve yedi kez iktidara gelen Demirel’in söylem ve eylemleri ülkeyi gericilerin egemenliğine sürüklemiştir. Sol militan güçlerin karşısına sağ militanları çıkaran Demirel, Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir duruma getirmiştir.

Demirel İktidarı

Demirel 1965 yılında iktidara geçmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıdır. Ama din sorununa ağırlık tanıyan bir tutum içindedir. Dindar olmasına kimsenin karışmaya hakkı yoktur. Din bir vicdan sorunudur. Ne var ki din duygusunu içinde saklamak, ibadetini gizli yapmak zorundadır. Oysa Demirel, makam arabasıyla Cuma namazlarına giden ilk devlet adamı olduğunu övünerek söylemektedir. 1970’lere doğru tekbir sesleri arasında imam hatip okulu temelleri atmaya ve Türkiye’de en çok imam okulu açmakla övünmeye başlamıştır. “Türkiye’de din ve irticanın sınırları birbirine karıştırılmaktadır” diyerek düşünceleri büsbütün karıştırmıştır. O günlerde her biri bir Derviş Vahdeti çalımıyla konuşan gericiler dört yanımızda kol gezerken, “gericilik sözcüğünün anlaşılamadığını” ileri sürebilmiştir. Aynı günlerde durmadan komünizm tehlikesinden söz etmektedir. İsmet İnönü, irticanın da komünizm kadar tehlikeli olduğunu söylediği zaman, vakit geçirmeden bu düşünceye karşı çıkmıştır: “Din hürriyeti baskı ve istismar vasıtası olamaz.”

16 Şubat 1969’da ülkemizde bir “Kanlı Pazar” olayı meydana gelmiştir. Taksim meydanında yasal bir gösteri düzenlenmiştir. Emperyalizme karşı Mustafa Kemal yürüyüşü yapılacaktır. Tam bağımsız bir Türkiye istenmektedir. Ne var ki din yolu ile kışkırtılan vatandaşların saldırısına uğramıştır gösteri. Taksim alanı savaş yerine dönmüş, polislerden, yürüyüşçülerden ve halktan pek çok kişi yaralanmıştır. Bilanço, 2 gencin öldürülmesi ve 200 kişinin yaralanmasıdır. Olay, kaba kuvvetin düşünceyi ezmeye kalkışması, şiddet eylemlerinin başlaması bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Tarih sayfalarına “Kanlı Pazar” diye yazılan bu olaydan sonra zamanın İçişleri Bakanı Faruk Sükan hakkında verilen gensoru önergesi, Demirel’in başkanı bulunduğu Adalet Partisinin oylarıyla Meclis gündemine alınmadan reddedilmiştir.

Aradan iki ay geçmiştir. Türk ulusunun yetiştirdiği değerli yargıçlardan biri olan İmran Öktem, Yargıtay Birinci Başkanı’yken yaşamını yitirmiştir. Cenaze töreni sırasında eli sopalı yobazlar cenazesine saldırmışlardır. İmran Öktem’in suçu “Atatürk devrimine bağlı olmak, çağdaş uygarlıktan söz etmek, Nurculuğun ve bağnazlığın karşısında yer almaktır.” Nur risaleleri aleyhine karar veren Yargıtay’a kızanlar, bu davranışlarıyla yüce Yargıtay’dan öç almak istemişlerdir. Bu konuda Millet Meclisi’ne verilen bir gensoru önergesi yine Adalet Partisi’nin oylarıyla 7 Mayıs 1969 tarihinde konuşulmadan reddedilmiştir.

1970’lerde sağ cephe her an patlamaya hazır bir durumdadır. Yasadışı din okulları ortalığı sarmış, Nur okulları ve Süleymancıların açtıkları Kuran kursları vatanın dört köşesini kaplamıştır. Bu okullarda okuyan bir damlacık çocuklarımızın kafaları “cumhuriyet” sözcüğünü ve düşüncesini tanımamaktadır. Kulakları Şeriat çığlıklarıyla doldurulmuş, bu suretle bir iman ordusu yaratılmıştır. Devletin başında güçsüz bir iktidar ve o iktidarın yeteneksiz bir hükümeti vardır. Bu hükümet solun her çeşidine düşman, düşünce özgürlüğünden yoksun, bağnaz bir hükümettir. Ülkeyi yasalarla yönetmek zorunluluğunu duymayan, “eli sopalı sol anarşistin karşısına eli sopalı sağ anarşisti çıkaran”, kardeşi kardeşe vurduran, Türk’ü Türk’e kırdıran bir hükümettir. Ve bu hükümetin başında Süleyman Demirel vardır.

Şeriatçı Sağ

Şeriatçı sağ, eylem için fırsat kollamaktadır. Kargaşacı sol iktidarın beceriksizliği yüzünden ülkeyi bir terör havasına sokmuş bulunmaktadır. İki ateş arasında kalan iktidar, ne yapacağını bilmez durumda ortalarda dolaşmaktadır. 12 Mart muhtırası ülkeyi bu durumda bulmuştur. Ve Demirel şapkasını alarak devletin başından çekilmiştir. Ne var ki kısa bir süre sonra yeniden gelmiştir iktidara. Bu kez, “Milliyetçi Cephe” adı altında bir düşmanlık cephesi kurulmuştur. Bu cephe, Yargıtay’la, Danıştay’la, Anayasa Mahkemesi’yle durmadan çekişmekte, çatışmakta, hukuk devleti diye bir kavram tanımamaktadır. Demirel, “devletin üstünde bir Anayasa Mahkemesi, hükümetin üstünde bir Danıştay olamayacağını” savunmaktadır. Ve böyle bir düzenleme ile “devletin yönetilemeyeceğini” ileri sürmektedir. Aynı günlerde düşünceleri de sömürerek “vatandaş, komünizmin ayak seslerini duymaktadır” söylemiyle gereksiz bir korku yaratmaya çalışmaktadır.

1970’ler Sonrası

1970’lerden sonra din sömürüsü olanca kızışıklığıyla sürmektedir. Köylü Başbakan Demirel’e seçim alanlarında Türk bayrağına sarılı Kuran’lar armağan edilmekte, bu armağanı alan Demirel, onu başına koyup öptükten sonra konuşmasına başlamaktadır. İşte böylesine bir ortam, önce 4 Eylül 1978 Sivas, daha sonra da Ocak 1979 Kahramanmaraş soykırımını yaratmıştır. Kahramanmaraş’ın bilançosu 111 ölü ve çok sayıda yaralıdır. Gerekçe “dinin elden gittiği”, sloganı ise, “komünistler Moskova’ya”dır. Eylem alanında böyle olduğu gibi söylemde de aynı yöntem uygulanmaktadır. CHP’nin 1977 yılında bir koalisyon hükümeti kurması üzerine “sol ve komünizmle mücadele edenler, solu iktidara getirenlerden kıyamete kadar davacı olacaklardır.” Bu söz, Demirel’indir. Aynı zamanda “solculuk siyasi sapıklıktır” diyen Demirel, “din devletin emrinde değil, devlet dinin emrindedir” biçiminde konuşan bir devlet adamıdır. Bakınız o yıllarda daha neler söylemiştir:

“Din ve vicdan hürriyeti senelerce baskı altında tutulmuştur.”

“Türkiye cumhuriyetinde başbakanlık arabasıyla Cuma namazına giden ilk adam benim. Peki neden gittim. Çünkü ben gidersem herkes rahat gider. Sonra ben zaten o yolun yolcusuyum. Yani herkesin göğsünü gere gere ben Müslüman’ım demesi kafi değil. Onun icabını da korkmadan yapabilsin. Bir memleket düşünün ki nüfusunun % 99’u Müslüman olan o memleketin insanı ibadetini korka korka yapacak.”

Evet Demirel o günlerde bunları söylemiştir. Yurdumuzda padişahların görkemli Cuma namazlarını başlatan da Demirel’dir. Özal, Erbakan ve Tayyip Erdoğan onu izlemiştir..

Şeriatın Kestiği Parmak

Demirel aynı zamanda “Şeriatın kestiği parmak acımaz” deyimini sürekli olarak kullanarak Şeriatçıları özendirmiş, onlara destek olmuştur. Bu deyimi Başbakanken kullandığı gibi, Cumhurbaşkanıyken de sık sık kullanmıştır. Devletin en yüksek katlarına çıkmış olmasına karşın, Şeriat hukukunun Atatürk’le birlikte sınır dışına çıkarıldığını gözardı etmiştir. Ve gene Atatürk cumhuriyetinin getirdiği en güzel kavramlardan biri olan “ulusallık bağı” kavramını bir yana atarak, şöyle konuşmuştur:

“Aslına bakarsanız, Türkiye cumhuriyetini var eden, ayakta tutan Müslümanlıktır... Allah’a şükür ki biz Müslüman’ız. Bizi millet yapan Müslümanlığımızdır. Kim bunu tahribe kalkarsa altında kalır.”

“Türkiye cumhuriyeti kanunlarında irtica diye bir suç yoktur. Böyle bir suç insanların lisanında vardır.”

“1923 yılında kurulmuş olan Türkiye cumhuriyeti bir İslam cumhuriyetidir. Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyet elden gidiyor, şeklindeki beyanların, bence iyice bakıldığı zaman tutarlılığı yoktur. Atatürk’ün kurduğu devlet laik devlet değildir. İslam devletidir.”

“Atatürk laik bir cumhuriyet kurmamıştır. Türkiye cumhuriyeti devleti kuruluşunda dini olan bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti laik değildir. Çünkü Anayasanın 24. maddesinde din eğitiminin mecburi olduğu yazılıdır. Ayrıca Diyanet İşleri Reisliği de devletin idaresine dahildir. Devletin memurudur. Şu laikliği bir tarif etmek lazım. Anayasamızın hiçbir yerinde tarif edilmiyor... Laiklik ihlal edilmiş mi diyorsunuz. Nerden çıkardınız bunu. Başörtüsüne bakarak ortaya çıkardık. Başörtüsünün laiklikle bir alakası yok.”...

“1930’ların laiklik uygulaması, Marksizm’in ateist ideolojisinden esinlenmiştir.”

“Siyasetin emrinde din değil, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok... Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet Kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunudur.”

“Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktadır.”

Nur Risaleleri

Yargıtay’ın suç unsuru bulduğu Nur Risalelerini de savunan ve Saidi Nursi mevlitlerine telgraflar gönderen Demirel, “tetik çeken elle tespih çeken elin bir tutulamayacağını” da aynı yıllarda söylemiştir. (18 Aralık 1976) 29 Temmuz 1976 günü Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi ile söyleşisinde şunları getirmiştir gündeme:

“Türk çocukları, dinlerini başka memleketlere kaçak olarak gidip öğrenmek mecburiyetinde kalmışlardır. Camilere arpa doldurulduğu da bir gerçektir. Geçen elli sene içinde tespih çekenlerin cumhuriyeti devirmek için giriştikleri, örgütlendikleri, ellerine silah aldıkları, cumhuriyeti yıkalım diye devletin üzerine yürüdükleri görülmemiştir.”

Burada Abdi İpekçi, Kubilay olayını anımsattığında verdiği yanıt şöyle olmuştur:

“O münferit bir olaydır. Şartları başkadır.”

Demirel budur ve buna benzer sözlerini arayıp bulmaya çalışırsanız, kitaplara sığdıramazsınız. İşte bu söylemler ve eylemlerle bugünlere gelinmiştir.

Cumhuriyet Tehlikede

1970’lerden sonra Türkiye Cumhuriyeti daha da tehlikeli duruma gelmiştir. Uzun süre Atatürkçü cumhuriyet tehlikeli bir düzeyde yalpalamıştır. Türk ulusu Atatürk’ün aydınlık yolundan uzaklaştırılıp karanlıklara sürüklenmek istenmiştir. Bugünlere birdenbire gelinmiş değildir. Cumhuriyetten ve devrimden verilen türlü ödünler sonucunda günümüz koşullarına ulaşılmıştır.

Türkiye’de hilafet ve Şeriat özlemciliği, cumhuriyetin kurulmasıyla başlamıştır. Atatürk döneminde oldukça güçsüz duruma getirilen bu akım, daha çok 1950’lerden sonra çok partili yaşamla birlikte su üstüne çıkmış ve giderek bugünkü boyutlarına varmıştır. 1950’lerin Başbakanı, “odunu aday göstersem milletvekili yaparım” diyecek kadar kendinden geçmiş, gerçeklerden uzaklaşmış bir kişidir. (Menderes) “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” söylemiyle Türk toplumunu gericiliğin batağına sürüklemiş, Şeriatın pençesine atmıştır. Uzun süredir Şeriat özlemcileri, dış odakların etkisi altına girmiştir. Bu odaklardan biri Rabıtatül İslam Derneğidir. Bu derneğin yandaşları hilafet ve Şeriat merkezi olarak Suudi Arabistan’ı seçmişlerdir.

1970-80 arası, daha çok Milliyetçi Cephe Koalisyonunun egemen olduğu bir dönemdir. Bu dönemde Sağlık Şurası’nın kolera tehlikesi nedeniyle Hacca gitmenin önlenmesi yolundaki kararına karşın, iki başbakan yardımcısı hacca gitmişler, (Erbakan ve Türkeş) dönüşte de başbakanlarına “bir seccade, bir tespih ve bir de takke getirmişlerdir.” Yıl 1976’dır. Ülkemizin Başbakanı Demirel’e her gittiği ilde Kuran verilmektedir. Kürsüye çıkan bir kişi, “köylü Başbakan Süleyman Demirel’e şanlı Türk Bayrağına sarılı bir Kuranı azimüşşan hediye edilecektir. Takdim ediyorum.” diye bağırmakta, Kuran’ı alan Demirel, onu saygıyla öpmekte, başına koymakta, ondan sonra konuşmasına başlamaktadır. Dönem 1977 seçim dönemidir.

Sireti Nebi

2 Mart 1976 tarihinde Pakistan’da toplanan Sireti Nebi Konferansı’na (Hazreti Peygamberin Modern İslam’a Mesajı) Türkiye hükümeti adına Devlet Bakanı Hasan Aksay katılmıştır. Aksay, Pakistan’a Bakanlar Kurulu kararı ile gönderilmiştir. Rabıtatül İslam Derneği’nce düzenlenen bu konferansta “Şeriatın tüm Müslüman ülkelerde temel yasa olarak kabul edilmesi ve Arapça’nın bu ülkeler için evrensel bir dil olması” yolunda öğütsel kararlar alınmıştır. Konferansın oybirliğiyle aldığı ve dünya kamu oyuna da açıkladığı kararlardan bazıları şunlardır:

1) Bütün Müslüman ülkelerde vakit geçirilmeden Şeriatın uygulanmasına geçilmeli ve bu ülkeler mevzuatlarını Şeriata göre yeniden düzenlemelidir.

2) Müslüman ülkeler teknik ve bilimsel alanlarda en yüksek düzeyde işbirliği yapmalıdırlar. Kuranı Kerim’deki dil Arapça olduğu için bütün Müslüman ülkelerde öğretim Arapça yapılmalı ve Kuran dili tüm Müslüman ülkelerde evrensel bir dil olmalıdır.

3) Peygamberimizin hayatı üzerine film yapılmamalıdır. Peygamberimizi tasvir etmeye kimsenin gücü yetmeyeceği için film çevrilmemeli, resim yapılmamalıdır.

4) Hazreti Peygamberi son peygamber olarak tanımayanlar, “kafir” ilan edilmelidir.

5) Siret Konferansı’nın esasları tüm Müslüman ülkelerdeki okul ve kolejlerde ders olarak okutulmalıdır.

6) Tüm Müslüman ülkelerde resmi tatil gününün Cuma olarak kabul edilmesi gereklidir.

7) Günümüzde kadınlar daha dikkatli olmalı ve davranışlarını dinimize göre düzenlemelidirler.

Ayrıca konferansta Şeriat üzerinde de durulmuş, ancak karar olarak metinde yer almamıştır.

Böylesine kararların alındığı konferansta bir yıl sonraki toplantının İstanbul’da yapılması da kararlaştırılmıştır. Bu karar, Türk hükümetinin çağrısı üzerine alınmıştır. Ama konferans günü yaklaştığı zaman 1977 seçimleri de yaklaşmıştır. Adalet Partisi çekingen davranmaktadır. Dışişleri Bakanlığı direnmeye başlamıştır. Bu nedenle konferans 2 Mart’ta yapılamamıştır. Adalet Partisi ölüm dirim savaşı vermektedir. Ne var ki seçim platformuna düşünceler değil, duygular getirilmekte, partilerle tarikatlar arasında organik bağlar kurulmaya çalışılmaktadır. Tarikatları sömürmek isteyen daha çok Milli Selamet Partisi’dir. Gerçi Adalet Partisi’nin de tarikatlara çengeli vardır. Ama ilişkiler daha çok MSP ile kurulmuştur. Süleymancılık son tarikatlardan biridir. Bu tarikatın Süleyman Demirel’le doğrudan doğruya bir ilişkisi yoksa da, siyasal bağlar kurulması için çalışılmaktadır.

Din Sömürüsü

Milliyetçi Cephe liderlerinin tümü, seçim kampanyası boyunca din sömürüsüne yönelmişlerdir. En ılımlısı Feyzioğlu bile “hepimizi Allah’a emanet etmekle” radyo konuşmalarını bitirmektedir. Demokratik Parti de bu konuda gerilerde kalacak değildir. Bu partinin Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli, “Allah korkusunun kalmadığını” belirtmekte, ancak kendi partisinin iktidara ortak olduğu zaman toplumun huzura kavuşacağını söylemektedir. Ayasofya’nın ibadete açılacağını muştulayan Erbakan, hemen hemen her yerde mehter takımlarıyla karşılanmaktadır. İmam Hatip Okulları, İslam Akademileri, Kuran kursları Erbakan’ın her gün diline doladığı sözcüklerdir. MHP de dinsel konularda başka biçimde düşünmemektedir. Hacca giderek hacılık katına erişen Türkeş’in komandoları da uzun süreden beri Kuran’la ilgili şu sloganı dillerinden düşürmemektedirler: “Rehberimiz Kuran, hedefimiz Turan.”

1977 seçimleri bu ortamda yapılmıştır. CHP en çok oyu almış, ne var ki tek başına iktidar olamamıştır. Ülke yeniden Milliyetçi Cephe Koalisyonuna terk edilmiştir. 2 Mart’ta yapılamayan Sireti Nebi Konferansı, Haziran seçimlerinden hemen sonra 10 Haziran 1977’de İstanbul’da Sheraton otelinde çalışmalarına başlamıştır. Konferansa MSP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan, MSP’li Devlet Bakanı Hasan Aksay, Şevket Kazan ve bazı MSP milletvekilleri ile Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş katılmışlardır. Konferansı izleyenler arasında ne hükümet ortaklarından bir temsilci, ne de öteki partilerden bir gözlemci vardır. Çünkü bu konferans, Dışişleri Bakanlığı’nın karşı çıkması sonucunda, Demirel ve Erbakan’ın anlaşması ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nca düzenlenmiştir. Seçim kampanyası sırasında kamuoyundan gizli olarak tezgahlanan bu Şeriat toplantısı hakkında bilgi isteyen Cumhuriyet Başsavcılığına şu karşılık verilmiştir:

“Geçen yıl Pakistan’da yapılan Sireti Nebi Konferansı’na Bakan Hasan Aksay, hükümeti temsilen gitmemiştir. Ancak resmi bir davet olduğu için Bakanlar Kurulu kararnamesi imzalanmıştır. Konferans sırasında basında yer alan hususlar, (Şeriat, hilafet, Arapça dil gibi konular) oylanırken Devlet Bakanı Hasan Aksay, bunların TC Anayasasına aykırı olduğunu belirterek salondan çıkmıştır. Bu nedenle Türkiye’yi ve Hasan Aksay’ı bağlayan bir durum söz konusu değildir.”

Takıyye edebiyatının başlangıç tarihi bu olmasa bile, bu yanıtın takıyyeden başka bir şey olmadığı açık seçik ortadadır.

Bu çok önemli konferans, 1977 seçimlerinden sonraki ortamda gereği gibi değerlendirilememiştir. Oysa sorun, yalnız bir din konferansı olarak değil, bir anayasa sorunu olarak karşımıza çıkmıştır. Konu, çok önemli bir konudur. Devlet Bakanı Hasan Aksay, 1976 yılında Pakistan’da toplanan Birinci Siret Konferansı’na, altında tüm Bakanlar Kurulu üyelerinin imzalarını taşıyan bir kararname ile gitmiş ve dönüşünde de İkinci Siret Konferansı’nın İstanbul’da toplanacağını açıklamıştır. Pakistan toplantısına temsilci gönderilmesi konusunda her ne kadar diplomatik bir gizleme yapılmış ve kararnamede “Türk Bakanı olarak katılacaktır” sözcükleri yer almışsa da, Hasan Aksay’ın Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu kararı ile bu konferansa katıldığını yadsımak olanaksızdır. Daha sonra düzenlenen dosyada “salondan dışarı çıktım” diyecek ve Cumhuriyet Başsavcılığına bu yolda yazı da yazılacaktır ama, bu yazı ve bu savunma hiç kimseyi kandıramayacaktır. Çünkü Anayasaya açıkça aykırı olan bir konferansın, ikinci kez Türkiye’de yapılması çağrısının niçin ve ne amaçla yapıldığı kolay kolay açıklanamayacaktır.

Yasalarımıza göre Birinci Siret Toplantısı’nda saptanan ilkeler doğrultusunda İkinci Siret Toplantısı’nı düzenlemek, çok belirgin bir suçtur. Şeriat hukukunun uygulanması yolunda kararlar almak, yalnız Türk Ceza Yasası ile sınırlı da değildir. Bu davranış. aynı zamanda bir anayasa suçu niteliği de taşımaktadır. Ancak o günkü koşullarda bir çok suç gibi bu suç da örtbas edilmiş ve sonunda bugünlere ulaşılmıştır.

1980’lere Doğru

Türk toplumu hızla 1980 rejimine doğru yol almaktadır. Ülkenin dirlik ve düzenliği bozulmuştur. Kargaşa almış yürümüş, din sömürüsü inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Necmettin Erbakan, küçük broşürler çıkararak din sömürüsünde gene birinci sıradadır. Bu broşürlerde “Bütün batılı ülkelerde din siyasete hakimdir. Hatta İsrail’de din devletin de üstündedir. ‘Dinle devlet ayrı şeydir, birleşmez.’ Bu boş bir laftır, uydurmadır. Gerçek değildir. Din ve devlet aynıdır, beraber yürür. Ayrılmalarına imkan yoktur.” gibi tümceler kullanmakta, “Hilafetin gelmesinin bir çok büyük faydaları olabilir. Siyasi faydaları da. Ben illa gelsin iddiasında değilim. Ama millet isterse her şey olur.” biçiminde yazılar yazmaktadır.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni barış sevgisine, hukuk sevgisine ve insanlık sevgisine dayandırmıştır. Ne var ki ölümünden kırk yıl sonra ülkemizin devlet adamları, düşünce ayrılıklarını “vatanseverlerle vatan hainlerinin mücadelesi” biçiminde ele almışlar, insanlık sevgisinden söz eden kişilerin “beynelmilelci ve komünist” oldukları gerekçesiyle anlamsız cepheler kurarak ülkeyi dövüş ve savaş alanına çevirmişlerdir. Hukuka aykırı tutumlarıyla gereksiz kutuplaşmalar yaratmışlar, yurttaşlarımızı “inananlar ve inanmayanlar” diye ikiye bölmüşlerdir.

1980 yılına gelindiğinde durum daha da kızışmıştır. Olaylar daha büyük boyutlara ulaşarak sürüp gitmektedir. Artık mezhep çatışmaları Sivas ve Kahramanmaraş’tan, ülkenin bir çok yerine sıçramıştır. Erzincan, Yozgat, Amasya’nın Suluova ve Merzifon ilçelerinde ve daha bir çok yerde Alevi - Sünni kavgalarına tanık olunmaktadır. Çorum ateşler içindedir. “Kuran yakıldı, cami bombalandı, dinsizler yürüyorlar” biçiminde çıkarılan söylentiler Çorum’u yaşanmaz duruma getirmiştir.

Çorum Olayları ve Sonrası

29 Mayıs 1980 sabahı MHP yanlısı ülkücüler, “Allah Allah” sesleri ve “kana kan, intikam”, “Çorum komünistlere mezar olacak, Allahüekber” sloganlarıyla önce yürüyüşe geçmişler, Belediye Tanzim Satış ve Köy-Koop mağazalarını, Çorum gazetesini, bir bilardo salonunu ve CHP’lilere ait işyerleriyle otomobilleri yakıp yıkmışlardır. Alevi vatandaşlar köylerinden, evlerinden çıkamaz olmuştur. Yıldırıcı sağ halkı cihada çağırmakta, Alaaddin Camii’nin bombalandığı yalanını uydurmaktadır. “Daha ne duruyoruz, komünistler camileri bombalıyor, şehit olma günü geldi artık.” biçiminde kışkırtıcı sözler söylemektedirler. Bu kışkırtıcılara inanan zavallı yurttaşlar, tekbir sesleri arasında yürümekte, yol boyunca Alevi ve sol görüşlü kişilere ait ev ve işyerlerini yıkıp ateşe vermektedirler. Ölü sayısı 33’tür. Parası olanlar Çorum’u terk etmektedir. Oysa ortada ne bombalanan cami, ne de komünist denilen kişiler vardır.

Bu olaylar dizisinin sonucunda 6 Eylül 1980 tarihinde Milli Selamet Partisi Konya’da “Kudüs’ü Kurtarma Mitingi ve Yürüyüşü” düzenlemiştir. Miting, fesli ve takkeli gösteri niteliğindedir. Erbakan ve arkadaşları Mescit-i Aksa maketinin arkasından yürüyüşe geçmişlerdir. Topluluğun önünde “Lailahe İllallah Muhammeden Resülallah” yazılı yeşil bir bayrak vardır. Başlarında yeşil ve beyaz takke ile sarık, üzerinde çeşitli renklerde cüppeler bulunan görevliler tarafından yönlendirilen topluluk, yol boyunca ana slogan olarak “Şeriat gelecek, vahşet bitecek” diye bağırmışlar ve şu pankartları taşımışlardır:

“Ya Şeriat ya ölüm”

“İslam ümmeti Şeriat devleti”

“Dinsiz devlet yıkılacak elbet”

“Hakimiyet Allah’ındır”

“Ya Şeriat ya şahadet”

“Anayasa Kuran”

“Laiklik dinsizliktir”

“Allah’ın hükümleriyle hükmet”

“Sınırsız sınıfsız İslam devleti istiyoruz”

“Cihada hazırız.”

Silahlı Kuvvetler

Bu çalkantılar sonucunda Türk Silahlı kuvvetleri, yönetime el koymuş, Parlamentoyu feshetmiş ve siyasal partilerin çalışmalarını durdurmuştur. Milli Güvenlik Konseyi adına yayımlanan bildiride şu tümcelere yer verilmiştir:

“Anayasamız Türk vatandaşlarının dinsel inançlarından ötürü kınanamayacağını açıkça belirtmiş olmasına rağmen, hep bir oyun peşinde koşan siyasi partilerimiz, yüce Atatürk’ün cumhuriyeti döneminde unutulmuş mezhep ayrılıklarını kışkırtmakta faydalar görerek Erzincan, Sivas, Kahramanmaraş, Tunceli ve Çorum illerinde siyasi çıkarlar uğruna vatandaşlarımızın birbirlerini katletmelerine neden olmuşlardır... Bir çok tutum ve davranışları ile demokratik, özgürlükçü parlamenter sisteme inancını defalarca kanıtlayan Türk Silahlı Kuvvetleri, en kısa zamanda Bakanlar Kurulunu kurarak, yürütme sorumluluğunu bu kurula bırakacak ve hür, demokratik parlamenter sistemin şimdi olduğu gibi dejenere edilmesine ve tıkanmasına mani olan ve Türk toplumuna yaraşır bir Anayasa, Seçim Kanunu ve Partiler Kanunu hazırlamayı ve bunlara paralel düzenlemeleri yaparak insan hak ve hürriyetlerine saygılı, milli dayanışmayı ön plana alan sosyal adaleti gerçekleştirecek, ferdin ve toplumun huzur, güven ve refahına önem veren özgürlükçü, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı bir yönetime ülke idaresi tek edilecektir.”

Sözde Kalan Vaatler

Ne yazık ki bu güzel sözler kağıt üzerinde kalmış, uygulama alanına geçirilememiştir. Bir anayasa çıkarılmış ve bu anayasa halkoyuna da sunulmuştur. Ancak hazırlanan taslak tartışmaya açılmamış, bu taslak tasarı haline dönüşünce de konuşma yasağı getirilmiştir. Tasarı hakkında yalnız zamanın Devlet Başkanı Kenan Evren’e konuşma hakkı tanınmıştır. Bu suretle de anayasa daha çıkarılmadan demokratik olma niteliğini yitirmiştir. Ayrıca anayasa ile ilk ve ortaöğrenimde zorunlu din dersi getirilerek anayasanın laik karakteri zedelenmiştir. Yıllar sonra kendisine sorulan bir soru üzerine çağdaş hukukla ve demokrasiyle bağdaşması olanaksız şu yanıtı verecektir: “Baktık ki % 90 öğrenci zaten din derslerine gidiyor. % 10 da katılsın deyip karar verdik.”

Sayın Evren toplumun tek bir üyesine zulüm yapıldığı zaman tüm topluma zulüm yapılmış olacağının bilincinde de değildir.

Evren Paşa tüm konuşmalarında Kuran’dan ayetler okumaya başlamıştır. Bu dönemde önce Türk - İslam sentezi diye bir kavram oluşturulmuştur. Bu kavram Atatürkçülüğe ve Atatürk ilkelerine karşıdır. Bu sentez, “Ziya Gökalp’in kavmiyetçi milliyetçiliğiyle Mehmet Akif’in İslamcı milliyetçilik anlayışının uzlaştırılmasından başka bir şey değildir.” Türk-İslam sentezi görüşünü savunanlar, Atatürkçülüğün hem Pantürkizmin, hem Panislamizmin karşısında olduğunu gözardı etmişlerdir.

Atatürk’e İhanet

Nasıl Demokrat Parti 1950 yılında iktidara geçer geçmez Türkçe ezanı Arapça’ya dönüştürerek, İslamcı görüşe ilk ve büyük ödünü verdiyse, bu kez de 1980 darbecileri zorunlu din dersi ve Türk - İslam sentezi uygulamalarıyla teokratik düşünce yandaşlarına çok büyük ödünler vermişlerdir. Bunlardan başka 1980 rejimi Atatürk’ün özerk olarak düşündüğü ve kurduğu Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nu devlete bağlı bir kuruluş haline dönüştürmüştür. Üstelik Atatürk kurumlarının tüzel kişilikleri de ortadan kaldırılmıştır. Atatürk, kurumların yaşaması için malvarlığının bir bölümünü bu kurumlara özgülemiştir. Ne var ki o yıllarda Atatürk gibi bir devlet kurucusunun vasiyetnamesi bir yasa ile iptal edilerek bir hukuk ayıbı işlenmiştir. Ayrıca Türk pozitif hukukuna olduğu kadar, evrensel hukuka da aykırı olan bu düzenleme ile kurum üyelerinin üyelik hakları ellerinden alınmıştır. Kurumların taşınır ve taşınmaz malları, kitap, kitaplık ve her türlü mal varlığı devlete bağlı bir kuruma aktarılmış, bu suretle Atatürk’ün istenç özgürlüğü zedelenmiştir.

Bu uygulamalar sonucunda 1980 darbecileri, ülkeyi yeniden din devleti özlemcilerine bağışlayarak sahneden çekilmişlerdir.

Özal İktidarı

12 Eylülcüler devlet yönetimini Turgut Özal iktidarına teslim etmişlerdir. Özal, 1977 seçimlerinde Milli Selamet Partisinden İzmir senatör adayı olarak gösterilmiştir. Ne var ki seçimi kazanamamıştır. Yaşamı boyunca da Nakşibendi tarikatından olduğunu gizlememiştir. Din devleti özlemcisidir. Laik devlet ve cumhuriyete bağlı bir kişi değildir. Annesini de Nakşibendi şeyhinin yanına gömdürmüştür.

Bu dönemde Türkiye gene dinsel duyguların ağır bastığı bir yönetime doğru hızla yol almaktadır. Anavatan Partisi Başkanı ve Başbakan olan Turgut Özal, partisini milliyetçi muhafazakar olarak nitelemektedir. Ve şu tümceleri de eklemektedir sözlerine: “Batıda liberal ve muhafazakar partilerin sosyal adaletçi yönü yoktur. Anavatan, İslami geleneklere dayanarak bu iki özelliği birleştirmiştir.” Bu nedenle de iktidara geçer geçmez Fak-Fuk-Fon diye adlandırılan Sosyal Dayanışmayı ve Yardımlaşmayı Teşvik Yasası çıkarmış, güya sosyal adaletçi olduğunu göstermek istemiştir. Bunun ilkel bir yöntem olduğunu, üç beş kuruşluk yardımla fukaralığın önlenemeyeceğini düşünmemiştir. XIII. Yüzyılın anlayışıyla sosyal dengeleri kurmaya çalışmıştır. Günümüzde çağdaş yöntemler vardır. Ayrıca bu uygulama için oluşturulan Mütevelli Kuruluna din adamlarını getirmiştir. Mahallenin fakir ve fukarasını müftüler ve imamlar saptayacaktır. Bu, açıkça laik devlet uygulamasına aykırıdır. Çünkü söz konusu saptama işi, yönetsel bir işlemdir. Ve din adamlarına yönetsel görev verilmesi laikliğe açıkça aykırıdır.

Türkiye cumhuriyetinin laik devlet anlayışı yeniden çıkmaza girmiştir. 15 Mart 1985 günü Başbakan Turgut Özal’ı, Çankırı’nın Eldivan ilçesinin Küçükhacıbey köylüleri, üzerinde Arapça “La ilahe illallah” yazılı bir bayrakla karşılamışlardır. Özal, bayrağın üzerindeki Arapça yazıyı görünce, “o kadarını anlarız, üzerinde BİSMİLLAH yazıyor” biçiminde sözler sarf etmiş, bu bilgiçliği ile de öğünmüştür.

Hatırlanacağı üzere 19 Ekim 1958 günü, Başbakan Menderes, Emirdağ ilçesine gitmiş, Nurcular kendisini Hilafet ve Saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bayrak açarak karşılamışlardır. Bu davranışın nelere mal olduğunu Turgut Özal gibi yöneticilerin anımsaması ve anlaması olanaksızdır. Onlar, kimseye aldırmadan kendi dar görüşleri çerçevesinde yürüyeceklerdir ve yürümüşlerdir de. Yasadışı din eğitimi almış yürümüştür. Balıkesir’in merkez Karaman köyünde 12-17 yaşlarındaki kızlar, dikiş kursu altında yasalara aykırı olarak Kuran kurslarında eğitilmektedirler. Devlet, bu uygulamayı önleme gibi bir düşüncenin içinde değildir.

1980’lerden sonra Türk - İslam sentezi doğrultusunda iki kuruluş daha gerçekleştirilmiştir: “İlim Yayma Cemiyeti ve Türkocakları.” Bu kuruluşların hemen hepsi de gericilerin kurduğu kurumlardır. Hepsinin de amacı İslam devlet birliğidir. Egemenliğin kaynağını gökyüzünde arayan bu kurumlar, devleti çepeçevre sarmışlardır. İlim Yayma Cemiyeti, 1980’li yıllarda Süleyman Hilmi Tunahan’ım müritleri tarafından kurulmuştur. Kurucuları arasında Turgut Özal ve kardeşi Korkut Özal da bulunmaktadır. Bu cemiyetle Aydınlar Ocağı arasında organik bir bağ vardır. Etkinlik merkezleri bile aynı binadadır. İkisinin de ana ilkesi laikliği reddetmesidir. Prof Dr. Salih Tuğ, hem Aydınlar Ocağında, hem de İlim Yayma Cemiyetinde başkanlık yapmıştır. Aydınlar Ocağı, 14-15 Eylül 1984’te İstanbul’da “Ülkemizi 12 Eylül’e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerine Oyunlar” konulu bir seminer düzenlemiştir. Semineri izleyenler arasında Başbakan Turgut Özal, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı Vehbi Dinçerler, Turizm Bakanı, İçişleri Bakanı ve bazı milletvekilleri vardır. Dr. Salih Tuğ bu devlet yöneticileri karşısında hiç çekinmeden, “Türkiye, kurulacak olan İslam devletinin arasında yer almalıdır” diye konuşmaktadır.

Türban Eylemleri

Öte yandan türban eylemleri de başlamıştır. Cuma namazından çıkanlar, türban yasağının iptal edilmesini tekbir sesleriyle protesto etmektedirler. Bu yürüyüşlerde, “türbana uzanan eller kırılsın” , “Başörtüsü Allah’ın buyruğudur” biçiminde sloganlar atılmakta, Anayasa Mahkemesi kınanmaktadır. Ve siyasal iktidar, bu gerici davranışlar karşısında kılını bile kıpırdatmamakta, yasal önlemler almayı düşünmemektedir. 1970’lerde olduğu gibi şimdi de sağ düşünce yandaşlarının yasal olmayan eylemlerine göz yumulmakta, sol düşünceye ise adım attırılmamakta, bu düşünceyi savunan kişilerin ve örgütlerin yasal toplantılarına bile izin verilmemektedir.

Özal’ın başbakanlıktaki tutumu ne ise Cumhurbaşkanlığında da aynıdır. Bir başkancı sistem oluşturmuş ve Anap milletvekillerini türlü baskılarla sindirmiş ve korkutmuştur. Anayasanın emrettiği tarafsız bir Cumhurbaşkanı olamamıştır. 20 Mayıs 1990 günü Anap’ın kuruluş yıldönümü nedeniyle Köşkte kabul ettiği parti yöneticileri karşısında şunları söylemiştir: “Tarafsızız diye fikirlerimizi değiştiremeyiz. Anap’ı kurarken fikirlerimiz neyse, şimdi de aynı fikirlere sahibiz. 1987 seçimlerini sizin lideriniz olarak yaptığıma göre, yeni bir seçim yapılıncaya kadar sizinle biraz daha yakından ilgilenmem lazım. Bu aynı zamanda benim borcumdur.” Anayasamızın 101. maddesinde Cumhurbaşkanının ”seçildiği andan itibaren partisi ile ilişiğinin kesileceği” yazılıdır. 103. maddede ise, “aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getireceğine ant içeceği” yargısı yer almıştır. Özal bunları yerine getirmediği gibi üstelik. “Anayasayı bir kere delmekle hiçbir şey olmaz” gibi anlamsız sözler de sarf etmiştir.

Atatürk’e Karşı Bir Başkan

Birinci Körfez Savaşı sırasında Atatürk barışçılığını ve Anayasayı hiçe sayarak Türkiye’yi savaşa sokmaya çalışmıştır. “Ben zenginleri severim”. “Sosyal devlet de ne demekmiş” gibi sözcük ler kullanarak Atatürk ilkelerine ve Anayasaya aykırı davranışlar sergilemiştir. “Sosyal adaletçiyiz diyenler bu düzenin devam etmesine göz yumdular, yıllar yılı bu düzen devam etti. Biz geldik düzeni yıktık. Yıkmaya da devam edeceğiz” gibi yaklaşımlarla yapıcı bir devlet adamı değil, yıkıcı bir kişi olduğunu tüm dünyaya göstermiştir. Ayrıca hiç gereği yokken, “Mustafa Kemal fanidir, hata yapmıştır.” “Kemalizm miladını doldurmuştur” “Devletimiz laiktir. Ama milletimizi bir araya getiren de İslam’dır” gibi sloganlarla Atatürk gibi bir devlet kurucusunu küçümsemeye kalkışmıştır. Ayrıca “bu cumhuriyet çökmüştür. Şimdi ikinci cumhuriyeti kurmanın zamanıdır” diyen Özal, Atatürk cumhuriyetini yadsımış, ikinci cumhuriyetçilere büyük bir destek vermiştir. Din odaklı bir devlet kurmak istediği için de, tıpkı Demirel gibi Öğretim Birliği Yasasını eleştirmiştir. Özal zamanında TBBM ile uluslararası fuarlara cami yapımı başlamıştır.

İşte Turgut Özal, bunları söyleye söyleye miadını doldurmuş, siyaset sahnesini Erbakan’a devretmiştir.

Gerici Eylemler

Burada yeniden 1970’lere dönmek zorundayız. Türkiye 1970’lere doğru tehlikeli bir düzeyde yol almaktadır. Kanlı Pazar ve İmran Öktem olaylarından sonra, irticanın bir noktada durdurulmasını isteyen, öneren kişilere karşı gericiler, “Milli Şuurun Sesi” adlı bir mitingle yanıt vermişlerdir. Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Derneğinin ortaklaşa düzenledikleri mitinge dört mehter takımı katılmıştır. Hürriyet alanından Taksim alanına kadar “İslam geliyor” , “Müslüman Türkiye” diye haykıran, aralarında bereli ve uzun sakallı kişilerin de bulunduğu bu yürüyüşe katılanların taşıdıkları dövizler ilgi çekicidir: “Tek yol İslam” , “Ana sebep Anayasa” , “Milli basın istiyoruz” . “Milli ahlak istiyoruz” . “Milli saygı istiyoruz” , “Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız” , “Allah’a inananlar, komünizmle mücadelede birleşiniz.”Miting süresince dualar okunmuş, solcu basına yuh çekilmiştir. “Üçler, yediler, kırklar ve melekler hürriyetine hu, hu” diye bağrılarak gösteriler yapılmıştır.

Yol çizilmiştir artık. Düşünceye karşı sopa. Düşünen insana karşı yumruk ve kaba kuvvet. Din, politikayı daha çok etkisi altına almaya başlamıştır. 1969 seçimlerine gidilmektedir. Siyaset dünyasına Necmettin Erbakan diye bir kişi girmeye hazırlanmaktadır. Konya’dan bağımsız adaylığını koymuştur. 3 Eylül 1969 günü Konya’da yaptığı bir konuşmada 12 Eylülde yapılacak olan seçimlerde “Meclise imanlı bir grubun mutlaka gireceğinden” söz etmekte ve “Türkiye’de bir aksiyon devrinin başladığını, bu devrin siyasi bir intikal devri olacağını” dile getirmektedir. Konya’dan milletvekili de seçilen Erbakan, 26 Ocak 1970 günü Milli Nizam Partisini kurmuştur. Partinin Genel Başkanı olan Necmettin Erbakan, “Biz Batı’yı değil, Batı bizi örnek alacaktır” biçiminde konuşmaktadır. “Bizim temel prensibimiz, batlılaşmak değil, İslamiyet’e dönmektir” sloganını da kullanmaya başlayan Erbakan, 25 Ocak 1971 günü partisinin ilk büyük kongresini toplayacak ve “Anayasayı din kurallarına göre değiştireceklerini” muştulayacaktır.

Kapatılan Partiler

Bu gibi söylem ve eylemler, 12 Mart darbesini hazırlamıştır. Milli Nizam Partisi daha önce açılan bir dava nedeniyle Anayasa Mahkemesince bu dönemde kapatılmıştır. Çok geçmeden Erbakan Milli Selamet Partisini kurmuştur. O da kapatılmış, Refah Patisi ve arkasından Selamet Partisi kurulmuştur. 1969 yılından beri Türkiye’ nin İslam’ın kurallarına göre yönetilmesi düşüncesindedir. Bunu açık açık söylemekten de çekinmemiştir. İlk partisini kurduğu günlerde “Müslüman Türkiye’nin kurulacağı”nı belirtmiş, “başörtüsünü milli kıyafet haline getireceklerini” vurgulamıştır. Partisinin Milli Gençlik Kurultayında, 18 yaşını henüz dolduran cumhuriyet çocuklarına “Abdülhamit’in torunları” diye seslenmiştir. “Maarifin kökü bozuktur. İktidarımızda okul kitaplarını değiştireceğiz. İlkokul öğrencisine önce kainatın yaratıcısını öğreteceğiz” biçiminde konuşan da Erbakan’dır.

Daha 1970’lerde “aya gitmek üç astronota mal edilmesin. Bunların hesapları kitapları Müslümanlıktan çıkmıştır” söylemiyle bilimsel gerçeklerden uzaklaşan Erbakan, “nikahı imamlara kıydıracağız” , “hafta tatilini cuma günü yapacağız”, “başörtüsüne uzanan eller kırılacaktır” biçimindeki yaklaşımıyla uygar dünyayı karşısına aldığı gibi, Atatürk ilkelerini de tanımak istememiş, anayasaya aykırı davranışlar sergilemiştir. Ve aynı günlerde “çok evliliğe engel olunmasının nedenini anlayamadığını” söyleyerek çağının uygarlık anlayışını reddetmektedir. Aynı gün korkusuzca Mustafa Kemal’in Kurtuluş savaşını başlatmak üzere 19 Mayıs 1919’da Samsun’a girişinin Gençlik ve Spor bayramı olarak kutlanması yasası ve geleneğine değinerek şunları söylemiştir: “Biz 19 Mayıs’ı bilmiyoruz. Bizim için kurtuluş 29 Mayıstır. Yani İstanbul’un fethidir." Ve şunları da eklemiştir sözlerine: “Millet evlatlarını önce İmam-Hatip okullarına verecek, ondan sonra isterse mühendis, isterse mimar yapacak. Bu millete ahlak imamla gelir, müezzinle gelir.”

Refah Partisi kurulduktan sonra “adil düzenin mutlaka geleceğini, ama bunun kanlı mı kansız mı, acı mı tatlı mı, sert mi yumuşak mı geleceğinin belli olmadığı” yolundaki sert çıkışı nedeniyle, Türk insanının düşüncesini büsbütün bulandırmıştır. Bilindiği gibi rejime aykırı davranışları ve bu sözleri nedeniyle partisinin kapatılmasına yol açmıştır. Erbakan daha sonra da tutum ve davranışından bir adım bile sapmamış, kendi partisinden olmayanların patates partisinden olacağını belirterek “bizim partimize girmezseniz cehennemde yanarsınız” gibi ipe sapa gelmeyen sözler söylemiştir. “Atatürk’ün annesinin ve kardeşinin giydiği kıyafetleri Meclis’e sokmak istiyoruz” biçimindeki yaklaşımıyla da uygarlığın ve çağdaşlığın ne olduğunu bilmediğini kanıtlamıştır.

Erbakan Yerine Erdoğan

En sonunda yasa dışı davranışlara da başvurduğu için mahkeme kararıyla parti liderliğini de terk etmek zorunda kalan Erbakan, şimdi istirahata çekilmiş durumdadır. Yerini kendisi gibi düşünen, bir zamanlar karşısında el pençe divan duran kişilere devretmiştir. Erbakanlar, Şevket Kazanlar, Şevki Yılmazlar gitmiş, Erdoğanlar, Cemil Çiçekler, Abdullah Güller gelmiştir. Bilindiği gibi AKP daha önceki köktendinci partilerin bir uzantısıdır. Hamurunda din ağırlıklı Milli Nizam, Milli Selamet ve Refah Partilerinin mayası vardır. Kapatılan bu partiler gibi referansını din olarak belirlemiş, Atatürk’ün toplumsal alan için önerdiği ulusallık birimi yerine din birimini benimsemiştir. Bu nedenle de çağdaş düşünceden ve Atatürkçü çizgiden çok uzaklardadır. Yeni kurulduğu için Kuran kurslarını başlatan parti değilse de, bu uygulamayı destekleyen ve sürdürmek isteyen bir partidir. Ayrıca Kuran kurslarının yurdumuzda “dindar insan değil, yobaz insan” yetiştirdiğinin bilincinde de değildir. Siyasal İslam düşüncesinin Atatürk’le birlikte iflas ettiğini göz ardı etmekte, bir damlacık çocuklarımızı bilinçli olarak Kuran kurslarına özendirmeye çalışmaktadır. Bilimsel gerçeklerle dinsel gerçekleri birbirinden ayıramamaktadır.

Kuran kursları bilgisizliği ortadan kaldırmak için değil, Kuranı hafızlamak için düşünülmüş bir sistemdir. Bilimsel eğitimle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Oysa eğitimin temel ilkesi, büyük devlet adamı Atatürk’ün belirttiği gibi “bilgisizliği gidermek” tir. Bu nedenledir ki Medrese eğitimine karşı bilimsel eğitimi, Şeriata karşı laikliği savunmuştur. Onun içindir ki Kuran kurslarına, imam okullarına değer vermemiş, çağdaş okullar ve üniversiteler açarak, bu okulları “Türk kültürünün ekseni” haline getirmiştir. Akıl ve bilime dayanmayan bir yönetimin zulüm yönetimi olacağını söylemiştir. Akıl ve bilime dayanmayan iktidarlar, her çağda ve her yerde Şeriat devletini savunmuşlar, din devletine yönelmişlerdir. “Eline bir silah, bir hançer, bir taş alıp İslam’ın düşmanlarını öldüren bir kişinin cennetteki yeri hazırdır. İslam devleti tüm dünya imana gelinceye kadar savaş halinde olan devlettir” diye konuşmuşlardır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi Atatürk’ün aydınlık Türkiye’sinde gericilik, 1950’lerde başlamıştır. Önce Türkçe ezan yerine Arapça ezan getirilmiş, sonra da devletin en üst katına çıkanlar hilafetten söz etmeye başlamışlardır. 1970’lerin politikacıları daha da ileri gitmişler, “Müslüman Türkiye’yi kuracaklarını” ve “başörtüsünü milli kıyafet haline getireceklerini” gündeme getirmişlerdir. “Egemenlik Allah’ındır, ulusun değildir” biçiminde nutuklar çekmişlerdir. “Bizim temel prensibimiz, batılılaşmak değil İslamiyet’e dönmektir” söylemleriyle Atatürkçülüğe karşı savaş açmışlardır. “Anayasayı din kurallarına göre değiştireceklerini, nikahı imamlara kıydıracaklarını ve hafta tatilini Cuma gününe çevireceklerini” söyleyerek çağdaş uygarlığı karşılarına almışlardır. Bu düşünce dizgesine sahip olanlar bir kaç kez iktidara ortak da olmuşlar, ne var ki Türk ulusunun sağduyusu karşısında uzun süre iktidarda kalamamışlardır.

Sonuç

İşte günümüzün iktidarı bu gibi söylemleri Türk ulusuna layık gören partilerin uzantısıdır. AKP, bu düşünceleri benimsemiş ve özümsemiş olan bir partidir. Bu söylemlerle yatmakta, bu söylemlerle kalkmaktadır. Aklı fikri bu düşünceleri uygulayabilmektir. Milletvekillerinin çoğunun eşleri ve çocukları türbanlıdır. Atatürk’ün aydınlık düşüncesinden uzaktır. Bu parti bir yandan dini sömürerek, ama bunu gizlemeye çalışarak iktidarını sürdürmektedir. Son günlerde bu gizlilikten vazgeçmiş açıktan açığa din sömürüsüne başlamıştır. Türbanı tüm Türkiye’ye yaymaya ve kamu alanına sokmaya çalışmaktadır. İmam okullarına ağırlık tanımakta ve tüm cumhuriyet okullarını imam okulu konumuna dönüştürmek istemektedir. Yasaya aykırı Kuran kurslarını korumakta, bu kursları açanların cezalarını bağışlamaktadır. Gericilere karşı hoşgörülü davranmakta, ilericilere göz açtırmamaktadır.

Bu konularda başarılı olup olamayacağı henüz belli değildir. Belli değildir ama, Türk ulusunun büyük çoğunluğunun Atatürkçü çizgiden ayrılmayacağını, bu gibi görüş ve eylemlere izin vermeyeceğini hesaba katmalı, davranışını ona göre düzenlemelidir. Hiçbir zaman unutmamalıdır ki Türk ulusu, koşullar ne olursa olsun Atatürkçü cumhuriyeti koruyacak, kollayacak ve yaşatacak güçtedir.

M. İskender Özturanlı