24 Mayıs 2010 Pazartesi

20 Mayıs 2010 Perşembe

Biz Mustafa Kemal'in Askerleriyiz

Bir millet düsünün tarihi savaslarla dolu.Bir millet düsünün kadini ile erkegi ile,çolugu çocugu ile yabanci ve kirli ellere dur diyen.

Bir millet düsünün üzerine bastigi vatan topraginin kutsal olduguna inanan.
Bir millet düsünün vatani bir tehtitle karsilastigi zaman dogusu ile batisi, kuzeyi ile güneyi bir bütün olan.

Dünyanin baska neresinde tarihi böyle büyük zaferlerle dolu bir ülke var.
Peki bu özelliklerimizi hala koruyormuyuz? Bizim degerlerimizi elimizden almadilar mi?
Ülkemizi ekonomik bir buhrana soktular.Issizlik aldi basini gitti,geçim dertleri dertlerin en büyügü oldu.

Bir karanlik geldi ülkemin üzerine .Kandirdilar.Din dediler Allah dediler sanki bizim dinimiz Allahimiz yokmus gibi.Ülkemizi karanliga hem de zifiri karanliga sürüklemeye çalistilar.Bütün degerlerimizi sattilar yok pahasina.Yabancilarla is birligi yaptilar kendi kimliklerini unuttular.Bizi yabancilarla is birligi ile yikmaya çalistilar.Askerime,köylüm
e hakaret ettiler.Tam bagimsizligimiza,cumhuriyetimize,MUSTAFA KEMAL’IMIZE kastettiler.
Dis güçlere kapilari açtilar,kagit üzerinde haritamizi degistirdiler.Ulu önder MUSTAFA KEMAL’I zihinlerden çikarmak istediler.” MUSTAFA KEMAL bir anidir” diyecek kadar nankörlestiler.Iran’daki din adamini MUSTAFA KEMAL’ E yeglediler.Devletin her kademesini yurtdisindaki agabeylerinin destegi ile ele geçirdiler.Zengini daha zengin,fakiri daha fakir yaptilar.Köylümüzün,çiftiçimizin elinden her seyini aldilar.

Bütün bu olumsuzluklara ragmen bunlara dur diyecek bir kitle olustu.Bu kitle MUSFAFA KEMAL’IN isiginda memleketimizi bu yobazlardan,bu din bezirganlarindan ve onlarin yurtdisi isbirlikçilerinden koruyacak ve kollayacaktir.

Çiktik meydanlara haykirdik tam bagimsiz bir Türkiye için.El ele verdik gönül gönüle verdik MUSTAFA KEMAL’IN isigini Anadolu’nun her yerinde aydinlatmak için.Ülkemizin temel degerlerine kastettiklerinde bizi buldular karsilarinda.

Biz vatan,cumhuriyet,tam bağımısızlık derken bu yobazlar sözlüklerini açtilar ne anlama geliyor diye.Çünkü onlar,vatanin,cumhuriyetin,tam bağımsızlığın ne demek oldugunu bilmediler bilemediler.Onlar aydinlik yerine karanligin efendisi olmak istediler.Ancak onlar yine bilemediler ki gerçek efendi karanligin degil,karanligi aydinlatanlarindir.Gerçek efendiler bu ülkenin aydinlanmasinda MUSTAFA KEMAL’IN ilkelerine sahip çikan onun yolunda ilerleyen onun düşücelerine sahip çıkanlardır.

Bu zaman böyle geçmeyecek.Gün gelecek memleketimizin her bir kösesinde aydinlanacagiz.Ülkemizin degerlerini yeniden kurup kollayacagiz.Milletimizin basini öne egen her ne kim olursa olsun millet olarak hesap soracagiz.

Her geçen gün daha büyük bir azim ve kararlilikla yolumuza devam edecegiz.Daha fazla çalisip daha fazla kenetlenecegiz.Birlik ve beraberligimizi muhafaza edip ülkemizi çagdas ve modern bir ülke konumuna yeniden getirecegiz.Bunu ‘BIZ’ yapacagiz.

NOT:Eger bir yerde durursan günes dogar aydinligi görürsün ancak ayni yerde durmaya devam edersen günes batar karanligi yasarsin.Hiç karanlik yasamak istemiyorsan günesi takip etmelisin.Iste ‘BIZ’ günesi takip edenleriz.

ÇÜNKÜ ‘BİZ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ

ORÇUN KENDIGELEN

Bugünlere Nerelerden geldik

Bugünlere Nerelerden Geldik?


Her şey 1950 yılında başlamıştır. Çünkü o yıl, Demokrat Parti iktidara geçmiş ve gericilere ödün vermek suretiyle yeni bir çığır açılmıştır. Başbakan Adnan Menderes, hükümet programını okurken, “millete mal olmuş devrimler, millete mal olmamış devrimler” ayrımını yapmıştır. Demek ki mal olan devrimler korunacak, mal olmayanlar ise atılacaktır. Hangilerinin mal olduğu, hangilerinin olmadığı konusunda kesin bir düşüncesi de yoktur.

Nitekim bir süre sonra Türkçe ezan Arapça’ya dönüştürülmüştür. Ramazan ayı yaklaşmaktadır. Bundan iyi fırsat bulunmaz düşüncesiyle Atatürk’ün bu en büyük devrimi yok edilmiş ve gericilere büyük bir ödün verilmiştir. Atatürk devriminden alınan ilk kale budur. Arkasından birer devrim kalesi olan Halkevleri, Halkodaları kapatılmış, binaları, kitap ve kitaplıkları yağmalanmıştır. Dünyanın en büyük kültür devrimcilerinden biri olan Atatürk gibi bir devlet kurucusunun bu büyük yapıtı acımasızca yıkılmıştır. Daha sonra da köye ışık ve aydınlık götürecek olan Köy Enstitülerine kilit vurulmuş, yerlerine imam okulları açılmıştır. Işıktan ve aydınlıktan korkanlar acımasızca yıkıp atmışlardır bu özgün kuruluşları.

27 Mayıs Devrimi

Sonra 1960 devrim yılları. 1961 Anayasası’nın gündeme getirilmesi... O yıllarda “hayırda hayır var” sloganlarıyla, dünyanın en çağdaş anayasasına karşı çıkılması... Bilindiği gibi anayasa, bu hayırlara karşın halk oylamasına sunularak yürürlüğe girmiştir. Ne var ki birkaç yıl sonra gerici takım yeniden iktidara geçmiştir. Ve anayasayı rafa kaldırma girişimleri başlamıştır. 1971 ve 1973 yıllarında bu çağdaş anayasa iki kez değiştirilmek suretiyle özgürlükler kısıtlanmış, hukuk devleti düşüncesinden geri adımlar atılmıştır. Önce Danıştay kararlarına uyulmamaya başlanmıştır. Zamanın Başbakanı, bu kararları uygulamama düşüncesindedir. “Tazminat veririm, Danıştay kararlarını uygulamam” biçimindeki çarpık bir düşünceyi savunmaktadır. (Demirel) Bu anayasaya ve yasalara aykırı davranış, ülkemizde hukuk devleti anlayışını yok etmiş, adalete güven duygusunu sarsmıştır. Bu arada altı kez iktidardan düşen ve yedi kez iktidara gelen Demirel’in söylem ve eylemleri ülkeyi gericilerin egemenliğine sürüklemiştir. Sol militan güçlerin karşısına sağ militanları çıkaran Demirel, Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir duruma getirmiştir.

Demirel İktidarı

Demirel 1965 yılında iktidara geçmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıdır. Ama din sorununa ağırlık tanıyan bir tutum içindedir. Dindar olmasına kimsenin karışmaya hakkı yoktur. Din bir vicdan sorunudur. Ne var ki din duygusunu içinde saklamak, ibadetini gizli yapmak zorundadır. Oysa Demirel, makam arabasıyla Cuma namazlarına giden ilk devlet adamı olduğunu övünerek söylemektedir. 1970’lere doğru tekbir sesleri arasında imam hatip okulu temelleri atmaya ve Türkiye’de en çok imam okulu açmakla övünmeye başlamıştır. “Türkiye’de din ve irticanın sınırları birbirine karıştırılmaktadır” diyerek düşünceleri büsbütün karıştırmıştır. O günlerde her biri bir Derviş Vahdeti çalımıyla konuşan gericiler dört yanımızda kol gezerken, “gericilik sözcüğünün anlaşılamadığını” ileri sürebilmiştir. Aynı günlerde durmadan komünizm tehlikesinden söz etmektedir. İsmet İnönü, irticanın da komünizm kadar tehlikeli olduğunu söylediği zaman, vakit geçirmeden bu düşünceye karşı çıkmıştır: “Din hürriyeti baskı ve istismar vasıtası olamaz.”

16 Şubat 1969’da ülkemizde bir “Kanlı Pazar” olayı meydana gelmiştir. Taksim meydanında yasal bir gösteri düzenlenmiştir. Emperyalizme karşı Mustafa Kemal yürüyüşü yapılacaktır. Tam bağımsız bir Türkiye istenmektedir. Ne var ki din yolu ile kışkırtılan vatandaşların saldırısına uğramıştır gösteri. Taksim alanı savaş yerine dönmüş, polislerden, yürüyüşçülerden ve halktan pek çok kişi yaralanmıştır. Bilanço, 2 gencin öldürülmesi ve 200 kişinin yaralanmasıdır. Olay, kaba kuvvetin düşünceyi ezmeye kalkışması, şiddet eylemlerinin başlaması bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Tarih sayfalarına “Kanlı Pazar” diye yazılan bu olaydan sonra zamanın İçişleri Bakanı Faruk Sükan hakkında verilen gensoru önergesi, Demirel’in başkanı bulunduğu Adalet Partisinin oylarıyla Meclis gündemine alınmadan reddedilmiştir.

Aradan iki ay geçmiştir. Türk ulusunun yetiştirdiği değerli yargıçlardan biri olan İmran Öktem, Yargıtay Birinci Başkanı’yken yaşamını yitirmiştir. Cenaze töreni sırasında eli sopalı yobazlar cenazesine saldırmışlardır. İmran Öktem’in suçu “Atatürk devrimine bağlı olmak, çağdaş uygarlıktan söz etmek, Nurculuğun ve bağnazlığın karşısında yer almaktır.” Nur risaleleri aleyhine karar veren Yargıtay’a kızanlar, bu davranışlarıyla yüce Yargıtay’dan öç almak istemişlerdir. Bu konuda Millet Meclisi’ne verilen bir gensoru önergesi yine Adalet Partisi’nin oylarıyla 7 Mayıs 1969 tarihinde konuşulmadan reddedilmiştir.

1970’lerde sağ cephe her an patlamaya hazır bir durumdadır. Yasadışı din okulları ortalığı sarmış, Nur okulları ve Süleymancıların açtıkları Kuran kursları vatanın dört köşesini kaplamıştır. Bu okullarda okuyan bir damlacık çocuklarımızın kafaları “cumhuriyet” sözcüğünü ve düşüncesini tanımamaktadır. Kulakları Şeriat çığlıklarıyla doldurulmuş, bu suretle bir iman ordusu yaratılmıştır. Devletin başında güçsüz bir iktidar ve o iktidarın yeteneksiz bir hükümeti vardır. Bu hükümet solun her çeşidine düşman, düşünce özgürlüğünden yoksun, bağnaz bir hükümettir. Ülkeyi yasalarla yönetmek zorunluluğunu duymayan, “eli sopalı sol anarşistin karşısına eli sopalı sağ anarşisti çıkaran”, kardeşi kardeşe vurduran, Türk’ü Türk’e kırdıran bir hükümettir. Ve bu hükümetin başında Süleyman Demirel vardır.

Şeriatçı Sağ

Şeriatçı sağ, eylem için fırsat kollamaktadır. Kargaşacı sol iktidarın beceriksizliği yüzünden ülkeyi bir terör havasına sokmuş bulunmaktadır. İki ateş arasında kalan iktidar, ne yapacağını bilmez durumda ortalarda dolaşmaktadır. 12 Mart muhtırası ülkeyi bu durumda bulmuştur. Ve Demirel şapkasını alarak devletin başından çekilmiştir. Ne var ki kısa bir süre sonra yeniden gelmiştir iktidara. Bu kez, “Milliyetçi Cephe” adı altında bir düşmanlık cephesi kurulmuştur. Bu cephe, Yargıtay’la, Danıştay’la, Anayasa Mahkemesi’yle durmadan çekişmekte, çatışmakta, hukuk devleti diye bir kavram tanımamaktadır. Demirel, “devletin üstünde bir Anayasa Mahkemesi, hükümetin üstünde bir Danıştay olamayacağını” savunmaktadır. Ve böyle bir düzenleme ile “devletin yönetilemeyeceğini” ileri sürmektedir. Aynı günlerde düşünceleri de sömürerek “vatandaş, komünizmin ayak seslerini duymaktadır” söylemiyle gereksiz bir korku yaratmaya çalışmaktadır.

1970’ler Sonrası

1970’lerden sonra din sömürüsü olanca kızışıklığıyla sürmektedir. Köylü Başbakan Demirel’e seçim alanlarında Türk bayrağına sarılı Kuran’lar armağan edilmekte, bu armağanı alan Demirel, onu başına koyup öptükten sonra konuşmasına başlamaktadır. İşte böylesine bir ortam, önce 4 Eylül 1978 Sivas, daha sonra da Ocak 1979 Kahramanmaraş soykırımını yaratmıştır. Kahramanmaraş’ın bilançosu 111 ölü ve çok sayıda yaralıdır. Gerekçe “dinin elden gittiği”, sloganı ise, “komünistler Moskova’ya”dır. Eylem alanında böyle olduğu gibi söylemde de aynı yöntem uygulanmaktadır. CHP’nin 1977 yılında bir koalisyon hükümeti kurması üzerine “sol ve komünizmle mücadele edenler, solu iktidara getirenlerden kıyamete kadar davacı olacaklardır.” Bu söz, Demirel’indir. Aynı zamanda “solculuk siyasi sapıklıktır” diyen Demirel, “din devletin emrinde değil, devlet dinin emrindedir” biçiminde konuşan bir devlet adamıdır. Bakınız o yıllarda daha neler söylemiştir:

“Din ve vicdan hürriyeti senelerce baskı altında tutulmuştur.”

“Türkiye cumhuriyetinde başbakanlık arabasıyla Cuma namazına giden ilk adam benim. Peki neden gittim. Çünkü ben gidersem herkes rahat gider. Sonra ben zaten o yolun yolcusuyum. Yani herkesin göğsünü gere gere ben Müslüman’ım demesi kafi değil. Onun icabını da korkmadan yapabilsin. Bir memleket düşünün ki nüfusunun % 99’u Müslüman olan o memleketin insanı ibadetini korka korka yapacak.”

Evet Demirel o günlerde bunları söylemiştir. Yurdumuzda padişahların görkemli Cuma namazlarını başlatan da Demirel’dir. Özal, Erbakan ve Tayyip Erdoğan onu izlemiştir..

Şeriatın Kestiği Parmak

Demirel aynı zamanda “Şeriatın kestiği parmak acımaz” deyimini sürekli olarak kullanarak Şeriatçıları özendirmiş, onlara destek olmuştur. Bu deyimi Başbakanken kullandığı gibi, Cumhurbaşkanıyken de sık sık kullanmıştır. Devletin en yüksek katlarına çıkmış olmasına karşın, Şeriat hukukunun Atatürk’le birlikte sınır dışına çıkarıldığını gözardı etmiştir. Ve gene Atatürk cumhuriyetinin getirdiği en güzel kavramlardan biri olan “ulusallık bağı” kavramını bir yana atarak, şöyle konuşmuştur:

“Aslına bakarsanız, Türkiye cumhuriyetini var eden, ayakta tutan Müslümanlıktır... Allah’a şükür ki biz Müslüman’ız. Bizi millet yapan Müslümanlığımızdır. Kim bunu tahribe kalkarsa altında kalır.”

“Türkiye cumhuriyeti kanunlarında irtica diye bir suç yoktur. Böyle bir suç insanların lisanında vardır.”

“1923 yılında kurulmuş olan Türkiye cumhuriyeti bir İslam cumhuriyetidir. Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyet elden gidiyor, şeklindeki beyanların, bence iyice bakıldığı zaman tutarlılığı yoktur. Atatürk’ün kurduğu devlet laik devlet değildir. İslam devletidir.”

“Atatürk laik bir cumhuriyet kurmamıştır. Türkiye cumhuriyeti devleti kuruluşunda dini olan bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti laik değildir. Çünkü Anayasanın 24. maddesinde din eğitiminin mecburi olduğu yazılıdır. Ayrıca Diyanet İşleri Reisliği de devletin idaresine dahildir. Devletin memurudur. Şu laikliği bir tarif etmek lazım. Anayasamızın hiçbir yerinde tarif edilmiyor... Laiklik ihlal edilmiş mi diyorsunuz. Nerden çıkardınız bunu. Başörtüsüne bakarak ortaya çıkardık. Başörtüsünün laiklikle bir alakası yok.”...

“1930’ların laiklik uygulaması, Marksizm’in ateist ideolojisinden esinlenmiştir.”

“Siyasetin emrinde din değil, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok... Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet Kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunudur.”

“Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktadır.”

Nur Risaleleri

Yargıtay’ın suç unsuru bulduğu Nur Risalelerini de savunan ve Saidi Nursi mevlitlerine telgraflar gönderen Demirel, “tetik çeken elle tespih çeken elin bir tutulamayacağını” da aynı yıllarda söylemiştir. (18 Aralık 1976) 29 Temmuz 1976 günü Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi ile söyleşisinde şunları getirmiştir gündeme:

“Türk çocukları, dinlerini başka memleketlere kaçak olarak gidip öğrenmek mecburiyetinde kalmışlardır. Camilere arpa doldurulduğu da bir gerçektir. Geçen elli sene içinde tespih çekenlerin cumhuriyeti devirmek için giriştikleri, örgütlendikleri, ellerine silah aldıkları, cumhuriyeti yıkalım diye devletin üzerine yürüdükleri görülmemiştir.”

Burada Abdi İpekçi, Kubilay olayını anımsattığında verdiği yanıt şöyle olmuştur:

“O münferit bir olaydır. Şartları başkadır.”

Demirel budur ve buna benzer sözlerini arayıp bulmaya çalışırsanız, kitaplara sığdıramazsınız. İşte bu söylemler ve eylemlerle bugünlere gelinmiştir.

Cumhuriyet Tehlikede

1970’lerden sonra Türkiye Cumhuriyeti daha da tehlikeli duruma gelmiştir. Uzun süre Atatürkçü cumhuriyet tehlikeli bir düzeyde yalpalamıştır. Türk ulusu Atatürk’ün aydınlık yolundan uzaklaştırılıp karanlıklara sürüklenmek istenmiştir. Bugünlere birdenbire gelinmiş değildir. Cumhuriyetten ve devrimden verilen türlü ödünler sonucunda günümüz koşullarına ulaşılmıştır.

Türkiye’de hilafet ve Şeriat özlemciliği, cumhuriyetin kurulmasıyla başlamıştır. Atatürk döneminde oldukça güçsüz duruma getirilen bu akım, daha çok 1950’lerden sonra çok partili yaşamla birlikte su üstüne çıkmış ve giderek bugünkü boyutlarına varmıştır. 1950’lerin Başbakanı, “odunu aday göstersem milletvekili yaparım” diyecek kadar kendinden geçmiş, gerçeklerden uzaklaşmış bir kişidir. (Menderes) “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” söylemiyle Türk toplumunu gericiliğin batağına sürüklemiş, Şeriatın pençesine atmıştır. Uzun süredir Şeriat özlemcileri, dış odakların etkisi altına girmiştir. Bu odaklardan biri Rabıtatül İslam Derneğidir. Bu derneğin yandaşları hilafet ve Şeriat merkezi olarak Suudi Arabistan’ı seçmişlerdir.

1970-80 arası, daha çok Milliyetçi Cephe Koalisyonunun egemen olduğu bir dönemdir. Bu dönemde Sağlık Şurası’nın kolera tehlikesi nedeniyle Hacca gitmenin önlenmesi yolundaki kararına karşın, iki başbakan yardımcısı hacca gitmişler, (Erbakan ve Türkeş) dönüşte de başbakanlarına “bir seccade, bir tespih ve bir de takke getirmişlerdir.” Yıl 1976’dır. Ülkemizin Başbakanı Demirel’e her gittiği ilde Kuran verilmektedir. Kürsüye çıkan bir kişi, “köylü Başbakan Süleyman Demirel’e şanlı Türk Bayrağına sarılı bir Kuranı azimüşşan hediye edilecektir. Takdim ediyorum.” diye bağırmakta, Kuran’ı alan Demirel, onu saygıyla öpmekte, başına koymakta, ondan sonra konuşmasına başlamaktadır. Dönem 1977 seçim dönemidir.

Sireti Nebi

2 Mart 1976 tarihinde Pakistan’da toplanan Sireti Nebi Konferansı’na (Hazreti Peygamberin Modern İslam’a Mesajı) Türkiye hükümeti adına Devlet Bakanı Hasan Aksay katılmıştır. Aksay, Pakistan’a Bakanlar Kurulu kararı ile gönderilmiştir. Rabıtatül İslam Derneği’nce düzenlenen bu konferansta “Şeriatın tüm Müslüman ülkelerde temel yasa olarak kabul edilmesi ve Arapça’nın bu ülkeler için evrensel bir dil olması” yolunda öğütsel kararlar alınmıştır. Konferansın oybirliğiyle aldığı ve dünya kamu oyuna da açıkladığı kararlardan bazıları şunlardır:

1) Bütün Müslüman ülkelerde vakit geçirilmeden Şeriatın uygulanmasına geçilmeli ve bu ülkeler mevzuatlarını Şeriata göre yeniden düzenlemelidir.

2) Müslüman ülkeler teknik ve bilimsel alanlarda en yüksek düzeyde işbirliği yapmalıdırlar. Kuranı Kerim’deki dil Arapça olduğu için bütün Müslüman ülkelerde öğretim Arapça yapılmalı ve Kuran dili tüm Müslüman ülkelerde evrensel bir dil olmalıdır.

3) Peygamberimizin hayatı üzerine film yapılmamalıdır. Peygamberimizi tasvir etmeye kimsenin gücü yetmeyeceği için film çevrilmemeli, resim yapılmamalıdır.

4) Hazreti Peygamberi son peygamber olarak tanımayanlar, “kafir” ilan edilmelidir.

5) Siret Konferansı’nın esasları tüm Müslüman ülkelerdeki okul ve kolejlerde ders olarak okutulmalıdır.

6) Tüm Müslüman ülkelerde resmi tatil gününün Cuma olarak kabul edilmesi gereklidir.

7) Günümüzde kadınlar daha dikkatli olmalı ve davranışlarını dinimize göre düzenlemelidirler.

Ayrıca konferansta Şeriat üzerinde de durulmuş, ancak karar olarak metinde yer almamıştır.

Böylesine kararların alındığı konferansta bir yıl sonraki toplantının İstanbul’da yapılması da kararlaştırılmıştır. Bu karar, Türk hükümetinin çağrısı üzerine alınmıştır. Ama konferans günü yaklaştığı zaman 1977 seçimleri de yaklaşmıştır. Adalet Partisi çekingen davranmaktadır. Dışişleri Bakanlığı direnmeye başlamıştır. Bu nedenle konferans 2 Mart’ta yapılamamıştır. Adalet Partisi ölüm dirim savaşı vermektedir. Ne var ki seçim platformuna düşünceler değil, duygular getirilmekte, partilerle tarikatlar arasında organik bağlar kurulmaya çalışılmaktadır. Tarikatları sömürmek isteyen daha çok Milli Selamet Partisi’dir. Gerçi Adalet Partisi’nin de tarikatlara çengeli vardır. Ama ilişkiler daha çok MSP ile kurulmuştur. Süleymancılık son tarikatlardan biridir. Bu tarikatın Süleyman Demirel’le doğrudan doğruya bir ilişkisi yoksa da, siyasal bağlar kurulması için çalışılmaktadır.

Din Sömürüsü

Milliyetçi Cephe liderlerinin tümü, seçim kampanyası boyunca din sömürüsüne yönelmişlerdir. En ılımlısı Feyzioğlu bile “hepimizi Allah’a emanet etmekle” radyo konuşmalarını bitirmektedir. Demokratik Parti de bu konuda gerilerde kalacak değildir. Bu partinin Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli, “Allah korkusunun kalmadığını” belirtmekte, ancak kendi partisinin iktidara ortak olduğu zaman toplumun huzura kavuşacağını söylemektedir. Ayasofya’nın ibadete açılacağını muştulayan Erbakan, hemen hemen her yerde mehter takımlarıyla karşılanmaktadır. İmam Hatip Okulları, İslam Akademileri, Kuran kursları Erbakan’ın her gün diline doladığı sözcüklerdir. MHP de dinsel konularda başka biçimde düşünmemektedir. Hacca giderek hacılık katına erişen Türkeş’in komandoları da uzun süreden beri Kuran’la ilgili şu sloganı dillerinden düşürmemektedirler: “Rehberimiz Kuran, hedefimiz Turan.”

1977 seçimleri bu ortamda yapılmıştır. CHP en çok oyu almış, ne var ki tek başına iktidar olamamıştır. Ülke yeniden Milliyetçi Cephe Koalisyonuna terk edilmiştir. 2 Mart’ta yapılamayan Sireti Nebi Konferansı, Haziran seçimlerinden hemen sonra 10 Haziran 1977’de İstanbul’da Sheraton otelinde çalışmalarına başlamıştır. Konferansa MSP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan, MSP’li Devlet Bakanı Hasan Aksay, Şevket Kazan ve bazı MSP milletvekilleri ile Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş katılmışlardır. Konferansı izleyenler arasında ne hükümet ortaklarından bir temsilci, ne de öteki partilerden bir gözlemci vardır. Çünkü bu konferans, Dışişleri Bakanlığı’nın karşı çıkması sonucunda, Demirel ve Erbakan’ın anlaşması ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nca düzenlenmiştir. Seçim kampanyası sırasında kamuoyundan gizli olarak tezgahlanan bu Şeriat toplantısı hakkında bilgi isteyen Cumhuriyet Başsavcılığına şu karşılık verilmiştir:

“Geçen yıl Pakistan’da yapılan Sireti Nebi Konferansı’na Bakan Hasan Aksay, hükümeti temsilen gitmemiştir. Ancak resmi bir davet olduğu için Bakanlar Kurulu kararnamesi imzalanmıştır. Konferans sırasında basında yer alan hususlar, (Şeriat, hilafet, Arapça dil gibi konular) oylanırken Devlet Bakanı Hasan Aksay, bunların TC Anayasasına aykırı olduğunu belirterek salondan çıkmıştır. Bu nedenle Türkiye’yi ve Hasan Aksay’ı bağlayan bir durum söz konusu değildir.”

Takıyye edebiyatının başlangıç tarihi bu olmasa bile, bu yanıtın takıyyeden başka bir şey olmadığı açık seçik ortadadır.

Bu çok önemli konferans, 1977 seçimlerinden sonraki ortamda gereği gibi değerlendirilememiştir. Oysa sorun, yalnız bir din konferansı olarak değil, bir anayasa sorunu olarak karşımıza çıkmıştır. Konu, çok önemli bir konudur. Devlet Bakanı Hasan Aksay, 1976 yılında Pakistan’da toplanan Birinci Siret Konferansı’na, altında tüm Bakanlar Kurulu üyelerinin imzalarını taşıyan bir kararname ile gitmiş ve dönüşünde de İkinci Siret Konferansı’nın İstanbul’da toplanacağını açıklamıştır. Pakistan toplantısına temsilci gönderilmesi konusunda her ne kadar diplomatik bir gizleme yapılmış ve kararnamede “Türk Bakanı olarak katılacaktır” sözcükleri yer almışsa da, Hasan Aksay’ın Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu kararı ile bu konferansa katıldığını yadsımak olanaksızdır. Daha sonra düzenlenen dosyada “salondan dışarı çıktım” diyecek ve Cumhuriyet Başsavcılığına bu yolda yazı da yazılacaktır ama, bu yazı ve bu savunma hiç kimseyi kandıramayacaktır. Çünkü Anayasaya açıkça aykırı olan bir konferansın, ikinci kez Türkiye’de yapılması çağrısının niçin ve ne amaçla yapıldığı kolay kolay açıklanamayacaktır.

Yasalarımıza göre Birinci Siret Toplantısı’nda saptanan ilkeler doğrultusunda İkinci Siret Toplantısı’nı düzenlemek, çok belirgin bir suçtur. Şeriat hukukunun uygulanması yolunda kararlar almak, yalnız Türk Ceza Yasası ile sınırlı da değildir. Bu davranış. aynı zamanda bir anayasa suçu niteliği de taşımaktadır. Ancak o günkü koşullarda bir çok suç gibi bu suç da örtbas edilmiş ve sonunda bugünlere ulaşılmıştır.

1980’lere Doğru

Türk toplumu hızla 1980 rejimine doğru yol almaktadır. Ülkenin dirlik ve düzenliği bozulmuştur. Kargaşa almış yürümüş, din sömürüsü inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Necmettin Erbakan, küçük broşürler çıkararak din sömürüsünde gene birinci sıradadır. Bu broşürlerde “Bütün batılı ülkelerde din siyasete hakimdir. Hatta İsrail’de din devletin de üstündedir. ‘Dinle devlet ayrı şeydir, birleşmez.’ Bu boş bir laftır, uydurmadır. Gerçek değildir. Din ve devlet aynıdır, beraber yürür. Ayrılmalarına imkan yoktur.” gibi tümceler kullanmakta, “Hilafetin gelmesinin bir çok büyük faydaları olabilir. Siyasi faydaları da. Ben illa gelsin iddiasında değilim. Ama millet isterse her şey olur.” biçiminde yazılar yazmaktadır.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni barış sevgisine, hukuk sevgisine ve insanlık sevgisine dayandırmıştır. Ne var ki ölümünden kırk yıl sonra ülkemizin devlet adamları, düşünce ayrılıklarını “vatanseverlerle vatan hainlerinin mücadelesi” biçiminde ele almışlar, insanlık sevgisinden söz eden kişilerin “beynelmilelci ve komünist” oldukları gerekçesiyle anlamsız cepheler kurarak ülkeyi dövüş ve savaş alanına çevirmişlerdir. Hukuka aykırı tutumlarıyla gereksiz kutuplaşmalar yaratmışlar, yurttaşlarımızı “inananlar ve inanmayanlar” diye ikiye bölmüşlerdir.

1980 yılına gelindiğinde durum daha da kızışmıştır. Olaylar daha büyük boyutlara ulaşarak sürüp gitmektedir. Artık mezhep çatışmaları Sivas ve Kahramanmaraş’tan, ülkenin bir çok yerine sıçramıştır. Erzincan, Yozgat, Amasya’nın Suluova ve Merzifon ilçelerinde ve daha bir çok yerde Alevi - Sünni kavgalarına tanık olunmaktadır. Çorum ateşler içindedir. “Kuran yakıldı, cami bombalandı, dinsizler yürüyorlar” biçiminde çıkarılan söylentiler Çorum’u yaşanmaz duruma getirmiştir.

Çorum Olayları ve Sonrası

29 Mayıs 1980 sabahı MHP yanlısı ülkücüler, “Allah Allah” sesleri ve “kana kan, intikam”, “Çorum komünistlere mezar olacak, Allahüekber” sloganlarıyla önce yürüyüşe geçmişler, Belediye Tanzim Satış ve Köy-Koop mağazalarını, Çorum gazetesini, bir bilardo salonunu ve CHP’lilere ait işyerleriyle otomobilleri yakıp yıkmışlardır. Alevi vatandaşlar köylerinden, evlerinden çıkamaz olmuştur. Yıldırıcı sağ halkı cihada çağırmakta, Alaaddin Camii’nin bombalandığı yalanını uydurmaktadır. “Daha ne duruyoruz, komünistler camileri bombalıyor, şehit olma günü geldi artık.” biçiminde kışkırtıcı sözler söylemektedirler. Bu kışkırtıcılara inanan zavallı yurttaşlar, tekbir sesleri arasında yürümekte, yol boyunca Alevi ve sol görüşlü kişilere ait ev ve işyerlerini yıkıp ateşe vermektedirler. Ölü sayısı 33’tür. Parası olanlar Çorum’u terk etmektedir. Oysa ortada ne bombalanan cami, ne de komünist denilen kişiler vardır.

Bu olaylar dizisinin sonucunda 6 Eylül 1980 tarihinde Milli Selamet Partisi Konya’da “Kudüs’ü Kurtarma Mitingi ve Yürüyüşü” düzenlemiştir. Miting, fesli ve takkeli gösteri niteliğindedir. Erbakan ve arkadaşları Mescit-i Aksa maketinin arkasından yürüyüşe geçmişlerdir. Topluluğun önünde “Lailahe İllallah Muhammeden Resülallah” yazılı yeşil bir bayrak vardır. Başlarında yeşil ve beyaz takke ile sarık, üzerinde çeşitli renklerde cüppeler bulunan görevliler tarafından yönlendirilen topluluk, yol boyunca ana slogan olarak “Şeriat gelecek, vahşet bitecek” diye bağırmışlar ve şu pankartları taşımışlardır:

“Ya Şeriat ya ölüm”

“İslam ümmeti Şeriat devleti”

“Dinsiz devlet yıkılacak elbet”

“Hakimiyet Allah’ındır”

“Ya Şeriat ya şahadet”

“Anayasa Kuran”

“Laiklik dinsizliktir”

“Allah’ın hükümleriyle hükmet”

“Sınırsız sınıfsız İslam devleti istiyoruz”

“Cihada hazırız.”

Silahlı Kuvvetler

Bu çalkantılar sonucunda Türk Silahlı kuvvetleri, yönetime el koymuş, Parlamentoyu feshetmiş ve siyasal partilerin çalışmalarını durdurmuştur. Milli Güvenlik Konseyi adına yayımlanan bildiride şu tümcelere yer verilmiştir:

“Anayasamız Türk vatandaşlarının dinsel inançlarından ötürü kınanamayacağını açıkça belirtmiş olmasına rağmen, hep bir oyun peşinde koşan siyasi partilerimiz, yüce Atatürk’ün cumhuriyeti döneminde unutulmuş mezhep ayrılıklarını kışkırtmakta faydalar görerek Erzincan, Sivas, Kahramanmaraş, Tunceli ve Çorum illerinde siyasi çıkarlar uğruna vatandaşlarımızın birbirlerini katletmelerine neden olmuşlardır... Bir çok tutum ve davranışları ile demokratik, özgürlükçü parlamenter sisteme inancını defalarca kanıtlayan Türk Silahlı Kuvvetleri, en kısa zamanda Bakanlar Kurulunu kurarak, yürütme sorumluluğunu bu kurula bırakacak ve hür, demokratik parlamenter sistemin şimdi olduğu gibi dejenere edilmesine ve tıkanmasına mani olan ve Türk toplumuna yaraşır bir Anayasa, Seçim Kanunu ve Partiler Kanunu hazırlamayı ve bunlara paralel düzenlemeleri yaparak insan hak ve hürriyetlerine saygılı, milli dayanışmayı ön plana alan sosyal adaleti gerçekleştirecek, ferdin ve toplumun huzur, güven ve refahına önem veren özgürlükçü, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı bir yönetime ülke idaresi tek edilecektir.”

Sözde Kalan Vaatler

Ne yazık ki bu güzel sözler kağıt üzerinde kalmış, uygulama alanına geçirilememiştir. Bir anayasa çıkarılmış ve bu anayasa halkoyuna da sunulmuştur. Ancak hazırlanan taslak tartışmaya açılmamış, bu taslak tasarı haline dönüşünce de konuşma yasağı getirilmiştir. Tasarı hakkında yalnız zamanın Devlet Başkanı Kenan Evren’e konuşma hakkı tanınmıştır. Bu suretle de anayasa daha çıkarılmadan demokratik olma niteliğini yitirmiştir. Ayrıca anayasa ile ilk ve ortaöğrenimde zorunlu din dersi getirilerek anayasanın laik karakteri zedelenmiştir. Yıllar sonra kendisine sorulan bir soru üzerine çağdaş hukukla ve demokrasiyle bağdaşması olanaksız şu yanıtı verecektir: “Baktık ki % 90 öğrenci zaten din derslerine gidiyor. % 10 da katılsın deyip karar verdik.”

Sayın Evren toplumun tek bir üyesine zulüm yapıldığı zaman tüm topluma zulüm yapılmış olacağının bilincinde de değildir.

Evren Paşa tüm konuşmalarında Kuran’dan ayetler okumaya başlamıştır. Bu dönemde önce Türk - İslam sentezi diye bir kavram oluşturulmuştur. Bu kavram Atatürkçülüğe ve Atatürk ilkelerine karşıdır. Bu sentez, “Ziya Gökalp’in kavmiyetçi milliyetçiliğiyle Mehmet Akif’in İslamcı milliyetçilik anlayışının uzlaştırılmasından başka bir şey değildir.” Türk-İslam sentezi görüşünü savunanlar, Atatürkçülüğün hem Pantürkizmin, hem Panislamizmin karşısında olduğunu gözardı etmişlerdir.

Atatürk’e İhanet

Nasıl Demokrat Parti 1950 yılında iktidara geçer geçmez Türkçe ezanı Arapça’ya dönüştürerek, İslamcı görüşe ilk ve büyük ödünü verdiyse, bu kez de 1980 darbecileri zorunlu din dersi ve Türk - İslam sentezi uygulamalarıyla teokratik düşünce yandaşlarına çok büyük ödünler vermişlerdir. Bunlardan başka 1980 rejimi Atatürk’ün özerk olarak düşündüğü ve kurduğu Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nu devlete bağlı bir kuruluş haline dönüştürmüştür. Üstelik Atatürk kurumlarının tüzel kişilikleri de ortadan kaldırılmıştır. Atatürk, kurumların yaşaması için malvarlığının bir bölümünü bu kurumlara özgülemiştir. Ne var ki o yıllarda Atatürk gibi bir devlet kurucusunun vasiyetnamesi bir yasa ile iptal edilerek bir hukuk ayıbı işlenmiştir. Ayrıca Türk pozitif hukukuna olduğu kadar, evrensel hukuka da aykırı olan bu düzenleme ile kurum üyelerinin üyelik hakları ellerinden alınmıştır. Kurumların taşınır ve taşınmaz malları, kitap, kitaplık ve her türlü mal varlığı devlete bağlı bir kuruma aktarılmış, bu suretle Atatürk’ün istenç özgürlüğü zedelenmiştir.

Bu uygulamalar sonucunda 1980 darbecileri, ülkeyi yeniden din devleti özlemcilerine bağışlayarak sahneden çekilmişlerdir.

Özal İktidarı

12 Eylülcüler devlet yönetimini Turgut Özal iktidarına teslim etmişlerdir. Özal, 1977 seçimlerinde Milli Selamet Partisinden İzmir senatör adayı olarak gösterilmiştir. Ne var ki seçimi kazanamamıştır. Yaşamı boyunca da Nakşibendi tarikatından olduğunu gizlememiştir. Din devleti özlemcisidir. Laik devlet ve cumhuriyete bağlı bir kişi değildir. Annesini de Nakşibendi şeyhinin yanına gömdürmüştür.

Bu dönemde Türkiye gene dinsel duyguların ağır bastığı bir yönetime doğru hızla yol almaktadır. Anavatan Partisi Başkanı ve Başbakan olan Turgut Özal, partisini milliyetçi muhafazakar olarak nitelemektedir. Ve şu tümceleri de eklemektedir sözlerine: “Batıda liberal ve muhafazakar partilerin sosyal adaletçi yönü yoktur. Anavatan, İslami geleneklere dayanarak bu iki özelliği birleştirmiştir.” Bu nedenle de iktidara geçer geçmez Fak-Fuk-Fon diye adlandırılan Sosyal Dayanışmayı ve Yardımlaşmayı Teşvik Yasası çıkarmış, güya sosyal adaletçi olduğunu göstermek istemiştir. Bunun ilkel bir yöntem olduğunu, üç beş kuruşluk yardımla fukaralığın önlenemeyeceğini düşünmemiştir. XIII. Yüzyılın anlayışıyla sosyal dengeleri kurmaya çalışmıştır. Günümüzde çağdaş yöntemler vardır. Ayrıca bu uygulama için oluşturulan Mütevelli Kuruluna din adamlarını getirmiştir. Mahallenin fakir ve fukarasını müftüler ve imamlar saptayacaktır. Bu, açıkça laik devlet uygulamasına aykırıdır. Çünkü söz konusu saptama işi, yönetsel bir işlemdir. Ve din adamlarına yönetsel görev verilmesi laikliğe açıkça aykırıdır.

Türkiye cumhuriyetinin laik devlet anlayışı yeniden çıkmaza girmiştir. 15 Mart 1985 günü Başbakan Turgut Özal’ı, Çankırı’nın Eldivan ilçesinin Küçükhacıbey köylüleri, üzerinde Arapça “La ilahe illallah” yazılı bir bayrakla karşılamışlardır. Özal, bayrağın üzerindeki Arapça yazıyı görünce, “o kadarını anlarız, üzerinde BİSMİLLAH yazıyor” biçiminde sözler sarf etmiş, bu bilgiçliği ile de öğünmüştür.

Hatırlanacağı üzere 19 Ekim 1958 günü, Başbakan Menderes, Emirdağ ilçesine gitmiş, Nurcular kendisini Hilafet ve Saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bayrak açarak karşılamışlardır. Bu davranışın nelere mal olduğunu Turgut Özal gibi yöneticilerin anımsaması ve anlaması olanaksızdır. Onlar, kimseye aldırmadan kendi dar görüşleri çerçevesinde yürüyeceklerdir ve yürümüşlerdir de. Yasadışı din eğitimi almış yürümüştür. Balıkesir’in merkez Karaman köyünde 12-17 yaşlarındaki kızlar, dikiş kursu altında yasalara aykırı olarak Kuran kurslarında eğitilmektedirler. Devlet, bu uygulamayı önleme gibi bir düşüncenin içinde değildir.

1980’lerden sonra Türk - İslam sentezi doğrultusunda iki kuruluş daha gerçekleştirilmiştir: “İlim Yayma Cemiyeti ve Türkocakları.” Bu kuruluşların hemen hepsi de gericilerin kurduğu kurumlardır. Hepsinin de amacı İslam devlet birliğidir. Egemenliğin kaynağını gökyüzünde arayan bu kurumlar, devleti çepeçevre sarmışlardır. İlim Yayma Cemiyeti, 1980’li yıllarda Süleyman Hilmi Tunahan’ım müritleri tarafından kurulmuştur. Kurucuları arasında Turgut Özal ve kardeşi Korkut Özal da bulunmaktadır. Bu cemiyetle Aydınlar Ocağı arasında organik bir bağ vardır. Etkinlik merkezleri bile aynı binadadır. İkisinin de ana ilkesi laikliği reddetmesidir. Prof Dr. Salih Tuğ, hem Aydınlar Ocağında, hem de İlim Yayma Cemiyetinde başkanlık yapmıştır. Aydınlar Ocağı, 14-15 Eylül 1984’te İstanbul’da “Ülkemizi 12 Eylül’e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerine Oyunlar” konulu bir seminer düzenlemiştir. Semineri izleyenler arasında Başbakan Turgut Özal, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı Vehbi Dinçerler, Turizm Bakanı, İçişleri Bakanı ve bazı milletvekilleri vardır. Dr. Salih Tuğ bu devlet yöneticileri karşısında hiç çekinmeden, “Türkiye, kurulacak olan İslam devletinin arasında yer almalıdır” diye konuşmaktadır.

Türban Eylemleri

Öte yandan türban eylemleri de başlamıştır. Cuma namazından çıkanlar, türban yasağının iptal edilmesini tekbir sesleriyle protesto etmektedirler. Bu yürüyüşlerde, “türbana uzanan eller kırılsın” , “Başörtüsü Allah’ın buyruğudur” biçiminde sloganlar atılmakta, Anayasa Mahkemesi kınanmaktadır. Ve siyasal iktidar, bu gerici davranışlar karşısında kılını bile kıpırdatmamakta, yasal önlemler almayı düşünmemektedir. 1970’lerde olduğu gibi şimdi de sağ düşünce yandaşlarının yasal olmayan eylemlerine göz yumulmakta, sol düşünceye ise adım attırılmamakta, bu düşünceyi savunan kişilerin ve örgütlerin yasal toplantılarına bile izin verilmemektedir.

Özal’ın başbakanlıktaki tutumu ne ise Cumhurbaşkanlığında da aynıdır. Bir başkancı sistem oluşturmuş ve Anap milletvekillerini türlü baskılarla sindirmiş ve korkutmuştur. Anayasanın emrettiği tarafsız bir Cumhurbaşkanı olamamıştır. 20 Mayıs 1990 günü Anap’ın kuruluş yıldönümü nedeniyle Köşkte kabul ettiği parti yöneticileri karşısında şunları söylemiştir: “Tarafsızız diye fikirlerimizi değiştiremeyiz. Anap’ı kurarken fikirlerimiz neyse, şimdi de aynı fikirlere sahibiz. 1987 seçimlerini sizin lideriniz olarak yaptığıma göre, yeni bir seçim yapılıncaya kadar sizinle biraz daha yakından ilgilenmem lazım. Bu aynı zamanda benim borcumdur.” Anayasamızın 101. maddesinde Cumhurbaşkanının ”seçildiği andan itibaren partisi ile ilişiğinin kesileceği” yazılıdır. 103. maddede ise, “aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getireceğine ant içeceği” yargısı yer almıştır. Özal bunları yerine getirmediği gibi üstelik. “Anayasayı bir kere delmekle hiçbir şey olmaz” gibi anlamsız sözler de sarf etmiştir.

Atatürk’e Karşı Bir Başkan

Birinci Körfez Savaşı sırasında Atatürk barışçılığını ve Anayasayı hiçe sayarak Türkiye’yi savaşa sokmaya çalışmıştır. “Ben zenginleri severim”. “Sosyal devlet de ne demekmiş” gibi sözcük ler kullanarak Atatürk ilkelerine ve Anayasaya aykırı davranışlar sergilemiştir. “Sosyal adaletçiyiz diyenler bu düzenin devam etmesine göz yumdular, yıllar yılı bu düzen devam etti. Biz geldik düzeni yıktık. Yıkmaya da devam edeceğiz” gibi yaklaşımlarla yapıcı bir devlet adamı değil, yıkıcı bir kişi olduğunu tüm dünyaya göstermiştir. Ayrıca hiç gereği yokken, “Mustafa Kemal fanidir, hata yapmıştır.” “Kemalizm miladını doldurmuştur” “Devletimiz laiktir. Ama milletimizi bir araya getiren de İslam’dır” gibi sloganlarla Atatürk gibi bir devlet kurucusunu küçümsemeye kalkışmıştır. Ayrıca “bu cumhuriyet çökmüştür. Şimdi ikinci cumhuriyeti kurmanın zamanıdır” diyen Özal, Atatürk cumhuriyetini yadsımış, ikinci cumhuriyetçilere büyük bir destek vermiştir. Din odaklı bir devlet kurmak istediği için de, tıpkı Demirel gibi Öğretim Birliği Yasasını eleştirmiştir. Özal zamanında TBBM ile uluslararası fuarlara cami yapımı başlamıştır.

İşte Turgut Özal, bunları söyleye söyleye miadını doldurmuş, siyaset sahnesini Erbakan’a devretmiştir.

Gerici Eylemler

Burada yeniden 1970’lere dönmek zorundayız. Türkiye 1970’lere doğru tehlikeli bir düzeyde yol almaktadır. Kanlı Pazar ve İmran Öktem olaylarından sonra, irticanın bir noktada durdurulmasını isteyen, öneren kişilere karşı gericiler, “Milli Şuurun Sesi” adlı bir mitingle yanıt vermişlerdir. Milli Türk Talebe Birliği ve Komünizmle Mücadele Derneğinin ortaklaşa düzenledikleri mitinge dört mehter takımı katılmıştır. Hürriyet alanından Taksim alanına kadar “İslam geliyor” , “Müslüman Türkiye” diye haykıran, aralarında bereli ve uzun sakallı kişilerin de bulunduğu bu yürüyüşe katılanların taşıdıkları dövizler ilgi çekicidir: “Tek yol İslam” , “Ana sebep Anayasa” , “Milli basın istiyoruz” . “Milli ahlak istiyoruz” . “Milli saygı istiyoruz” , “Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız” , “Allah’a inananlar, komünizmle mücadelede birleşiniz.”Miting süresince dualar okunmuş, solcu basına yuh çekilmiştir. “Üçler, yediler, kırklar ve melekler hürriyetine hu, hu” diye bağrılarak gösteriler yapılmıştır.

Yol çizilmiştir artık. Düşünceye karşı sopa. Düşünen insana karşı yumruk ve kaba kuvvet. Din, politikayı daha çok etkisi altına almaya başlamıştır. 1969 seçimlerine gidilmektedir. Siyaset dünyasına Necmettin Erbakan diye bir kişi girmeye hazırlanmaktadır. Konya’dan bağımsız adaylığını koymuştur. 3 Eylül 1969 günü Konya’da yaptığı bir konuşmada 12 Eylülde yapılacak olan seçimlerde “Meclise imanlı bir grubun mutlaka gireceğinden” söz etmekte ve “Türkiye’de bir aksiyon devrinin başladığını, bu devrin siyasi bir intikal devri olacağını” dile getirmektedir. Konya’dan milletvekili de seçilen Erbakan, 26 Ocak 1970 günü Milli Nizam Partisini kurmuştur. Partinin Genel Başkanı olan Necmettin Erbakan, “Biz Batı’yı değil, Batı bizi örnek alacaktır” biçiminde konuşmaktadır. “Bizim temel prensibimiz, batlılaşmak değil, İslamiyet’e dönmektir” sloganını da kullanmaya başlayan Erbakan, 25 Ocak 1971 günü partisinin ilk büyük kongresini toplayacak ve “Anayasayı din kurallarına göre değiştireceklerini” muştulayacaktır.

Kapatılan Partiler

Bu gibi söylem ve eylemler, 12 Mart darbesini hazırlamıştır. Milli Nizam Partisi daha önce açılan bir dava nedeniyle Anayasa Mahkemesince bu dönemde kapatılmıştır. Çok geçmeden Erbakan Milli Selamet Partisini kurmuştur. O da kapatılmış, Refah Patisi ve arkasından Selamet Partisi kurulmuştur. 1969 yılından beri Türkiye’ nin İslam’ın kurallarına göre yönetilmesi düşüncesindedir. Bunu açık açık söylemekten de çekinmemiştir. İlk partisini kurduğu günlerde “Müslüman Türkiye’nin kurulacağı”nı belirtmiş, “başörtüsünü milli kıyafet haline getireceklerini” vurgulamıştır. Partisinin Milli Gençlik Kurultayında, 18 yaşını henüz dolduran cumhuriyet çocuklarına “Abdülhamit’in torunları” diye seslenmiştir. “Maarifin kökü bozuktur. İktidarımızda okul kitaplarını değiştireceğiz. İlkokul öğrencisine önce kainatın yaratıcısını öğreteceğiz” biçiminde konuşan da Erbakan’dır.

Daha 1970’lerde “aya gitmek üç astronota mal edilmesin. Bunların hesapları kitapları Müslümanlıktan çıkmıştır” söylemiyle bilimsel gerçeklerden uzaklaşan Erbakan, “nikahı imamlara kıydıracağız” , “hafta tatilini cuma günü yapacağız”, “başörtüsüne uzanan eller kırılacaktır” biçimindeki yaklaşımıyla uygar dünyayı karşısına aldığı gibi, Atatürk ilkelerini de tanımak istememiş, anayasaya aykırı davranışlar sergilemiştir. Ve aynı günlerde “çok evliliğe engel olunmasının nedenini anlayamadığını” söyleyerek çağının uygarlık anlayışını reddetmektedir. Aynı gün korkusuzca Mustafa Kemal’in Kurtuluş savaşını başlatmak üzere 19 Mayıs 1919’da Samsun’a girişinin Gençlik ve Spor bayramı olarak kutlanması yasası ve geleneğine değinerek şunları söylemiştir: “Biz 19 Mayıs’ı bilmiyoruz. Bizim için kurtuluş 29 Mayıstır. Yani İstanbul’un fethidir." Ve şunları da eklemiştir sözlerine: “Millet evlatlarını önce İmam-Hatip okullarına verecek, ondan sonra isterse mühendis, isterse mimar yapacak. Bu millete ahlak imamla gelir, müezzinle gelir.”

Refah Partisi kurulduktan sonra “adil düzenin mutlaka geleceğini, ama bunun kanlı mı kansız mı, acı mı tatlı mı, sert mi yumuşak mı geleceğinin belli olmadığı” yolundaki sert çıkışı nedeniyle, Türk insanının düşüncesini büsbütün bulandırmıştır. Bilindiği gibi rejime aykırı davranışları ve bu sözleri nedeniyle partisinin kapatılmasına yol açmıştır. Erbakan daha sonra da tutum ve davranışından bir adım bile sapmamış, kendi partisinden olmayanların patates partisinden olacağını belirterek “bizim partimize girmezseniz cehennemde yanarsınız” gibi ipe sapa gelmeyen sözler söylemiştir. “Atatürk’ün annesinin ve kardeşinin giydiği kıyafetleri Meclis’e sokmak istiyoruz” biçimindeki yaklaşımıyla da uygarlığın ve çağdaşlığın ne olduğunu bilmediğini kanıtlamıştır.

Erbakan Yerine Erdoğan

En sonunda yasa dışı davranışlara da başvurduğu için mahkeme kararıyla parti liderliğini de terk etmek zorunda kalan Erbakan, şimdi istirahata çekilmiş durumdadır. Yerini kendisi gibi düşünen, bir zamanlar karşısında el pençe divan duran kişilere devretmiştir. Erbakanlar, Şevket Kazanlar, Şevki Yılmazlar gitmiş, Erdoğanlar, Cemil Çiçekler, Abdullah Güller gelmiştir. Bilindiği gibi AKP daha önceki köktendinci partilerin bir uzantısıdır. Hamurunda din ağırlıklı Milli Nizam, Milli Selamet ve Refah Partilerinin mayası vardır. Kapatılan bu partiler gibi referansını din olarak belirlemiş, Atatürk’ün toplumsal alan için önerdiği ulusallık birimi yerine din birimini benimsemiştir. Bu nedenle de çağdaş düşünceden ve Atatürkçü çizgiden çok uzaklardadır. Yeni kurulduğu için Kuran kurslarını başlatan parti değilse de, bu uygulamayı destekleyen ve sürdürmek isteyen bir partidir. Ayrıca Kuran kurslarının yurdumuzda “dindar insan değil, yobaz insan” yetiştirdiğinin bilincinde de değildir. Siyasal İslam düşüncesinin Atatürk’le birlikte iflas ettiğini göz ardı etmekte, bir damlacık çocuklarımızı bilinçli olarak Kuran kurslarına özendirmeye çalışmaktadır. Bilimsel gerçeklerle dinsel gerçekleri birbirinden ayıramamaktadır.

Kuran kursları bilgisizliği ortadan kaldırmak için değil, Kuranı hafızlamak için düşünülmüş bir sistemdir. Bilimsel eğitimle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Oysa eğitimin temel ilkesi, büyük devlet adamı Atatürk’ün belirttiği gibi “bilgisizliği gidermek” tir. Bu nedenledir ki Medrese eğitimine karşı bilimsel eğitimi, Şeriata karşı laikliği savunmuştur. Onun içindir ki Kuran kurslarına, imam okullarına değer vermemiş, çağdaş okullar ve üniversiteler açarak, bu okulları “Türk kültürünün ekseni” haline getirmiştir. Akıl ve bilime dayanmayan bir yönetimin zulüm yönetimi olacağını söylemiştir. Akıl ve bilime dayanmayan iktidarlar, her çağda ve her yerde Şeriat devletini savunmuşlar, din devletine yönelmişlerdir. “Eline bir silah, bir hançer, bir taş alıp İslam’ın düşmanlarını öldüren bir kişinin cennetteki yeri hazırdır. İslam devleti tüm dünya imana gelinceye kadar savaş halinde olan devlettir” diye konuşmuşlardır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi Atatürk’ün aydınlık Türkiye’sinde gericilik, 1950’lerde başlamıştır. Önce Türkçe ezan yerine Arapça ezan getirilmiş, sonra da devletin en üst katına çıkanlar hilafetten söz etmeye başlamışlardır. 1970’lerin politikacıları daha da ileri gitmişler, “Müslüman Türkiye’yi kuracaklarını” ve “başörtüsünü milli kıyafet haline getireceklerini” gündeme getirmişlerdir. “Egemenlik Allah’ındır, ulusun değildir” biçiminde nutuklar çekmişlerdir. “Bizim temel prensibimiz, batılılaşmak değil İslamiyet’e dönmektir” söylemleriyle Atatürkçülüğe karşı savaş açmışlardır. “Anayasayı din kurallarına göre değiştireceklerini, nikahı imamlara kıydıracaklarını ve hafta tatilini Cuma gününe çevireceklerini” söyleyerek çağdaş uygarlığı karşılarına almışlardır. Bu düşünce dizgesine sahip olanlar bir kaç kez iktidara ortak da olmuşlar, ne var ki Türk ulusunun sağduyusu karşısında uzun süre iktidarda kalamamışlardır.

Sonuç

İşte günümüzün iktidarı bu gibi söylemleri Türk ulusuna layık gören partilerin uzantısıdır. AKP, bu düşünceleri benimsemiş ve özümsemiş olan bir partidir. Bu söylemlerle yatmakta, bu söylemlerle kalkmaktadır. Aklı fikri bu düşünceleri uygulayabilmektir. Milletvekillerinin çoğunun eşleri ve çocukları türbanlıdır. Atatürk’ün aydınlık düşüncesinden uzaktır. Bu parti bir yandan dini sömürerek, ama bunu gizlemeye çalışarak iktidarını sürdürmektedir. Son günlerde bu gizlilikten vazgeçmiş açıktan açığa din sömürüsüne başlamıştır. Türbanı tüm Türkiye’ye yaymaya ve kamu alanına sokmaya çalışmaktadır. İmam okullarına ağırlık tanımakta ve tüm cumhuriyet okullarını imam okulu konumuna dönüştürmek istemektedir. Yasaya aykırı Kuran kurslarını korumakta, bu kursları açanların cezalarını bağışlamaktadır. Gericilere karşı hoşgörülü davranmakta, ilericilere göz açtırmamaktadır.

Bu konularda başarılı olup olamayacağı henüz belli değildir. Belli değildir ama, Türk ulusunun büyük çoğunluğunun Atatürkçü çizgiden ayrılmayacağını, bu gibi görüş ve eylemlere izin vermeyeceğini hesaba katmalı, davranışını ona göre düzenlemelidir. Hiçbir zaman unutmamalıdır ki Türk ulusu, koşullar ne olursa olsun Atatürkçü cumhuriyeti koruyacak, kollayacak ve yaşatacak güçtedir.

M. İskender Özturanlı